30 Kasım 2012 Cuma

Plants and Rags - PJ Harvey

PJ Harvey başlıklı bir yazıyı neden bu kadar uzun zamandır erteledim, bir türlü açıklayamadım kendime. Ciddi müzikseverliğimin 20. yılını tamamlıyor olmasından ötürü hız vermek istediğim bir şey var: Yazılmamışları yazmaya, söylemediklerimi söylemeye, unuttuklarımı anmaya, çekme 90'lık kasetlerde önlü arkalı dinlediğimiz, adlarını o zamanlar öğrenemediğim halde sözlerini ezberlediğim şarkıların aziz yorumcularından bahsetmeye devam etmeliyim. Dry ve Rid of Me arka arkaya kaydettiğim 90' lık bir kasetin iki yüzündeydi. Çok hızlı çekmiş olmalıyım, şarkı isimlerini yazacak vaktim olmamış. Kimden ve nasıl çektiğimi de hatırlamıyorum. Ama 1993-94 döneminde en çok dinlediğim kasetlerden biri olduğuna şüphe yok. O zamanlardaki kısıtlı medya imkanları nedeniyle Polly Jean hakkındaki bilgi ve görsel dağarcığım oldukça dar olmasına rağmen, onun ateşli bir feminist olduğunu anlamıştım.

Dry büyük bir başarı kazanmamıştı belki. Bunun benim için hiçbir önemi yoktu; PJ ablanın çılgın, sert riflerle örülü punk-rock tarzıyla coşmuş, onun vahşi çığlıklarının yorgun inlemelere dönmesiyle ona hepten hayran olmuştum. Hele o çiğ tınısı yok mu? Kafesinden kaçmış kara bir pumaydı adeta. Dibine kadar kadınsıydı, ama çekinmeden söylüyordu her sözünü, yere bakıp da gözlerini kaçıran, bizim alıştığımız tiplerden değildi. O zamanlar kendini çirkin göstermeye çalışıyor gibiydi benim gözümde. Onun görüntüsü, sesi ve özellikle de sesi beni hep Almodovar' ın kadınları gibi açıklanamaz şekilde çekmiştir. Tutkuyu tüm benliğiyle yaşadığını gizlemeden anlatıyordu, aşktan ve cinsellikten üstü kapalı olmadan bahsediyordu. Böyle bir abla yoktu, ya da ben bilmiyordum. Patti Smith ve Siouxsie Sioux' u sonradan tanıdım ama hiç bir dişi solist beni onun kadar çarpmamıştır.


Onun katıksız, düşünceli ve alçakgönüllü bir insan olduğunu inanın 90'lık kayıt kasetimden bile anlayabilirdiniz. Üniversite yıllarımda tanıştığım, sanat veya estetikle ilgili bölümlerde okuyan bazı ciddi kızları hatırlatmıştır bana sıklıkla. "Burada ne işim var, buraya ait değilim ki!" diyen Radiohead' in Creep şarkısının ana karakteri sürüngen gibi hissetmeme neden olsa da zaman zaman, onun acınası seksi çığlıkları beni aniden uyandırmıştır. O yıllardaki ümitsiz yalnızlığımdan kurtularak, heyecanla ve delice sevebileceğime dair gündüz rüyalarına sevk etmiştir beni kendileri.

Yıllar geçtikçe, doksanların sonlarına doğru ilerledikçe ve yeni albümleri geldikçe o ilk trionun sert, çiğ tınısını daha melodik ve duygulu, ritmik tarza terk etmiştir. Bu haliyle hayranlarını arttırmış olsa da beni kaybetmemiştir. Çünkü ablamız çoğu için itici, iğrenç veya utanç verici konulara değinmeye devam etmektedir. Onun oturmamış ya da kendine güvenmiyor hissi veren şarkıları, tam da o yılların gençliğinin ruh haline uyuyordu. Bir şeyler tam yerleşmemişti o zamanlar gerçekten. Değişiyorduk, deviniyorduk, yeniliklere yelken açıyorduk, keşifler peşindeydik hep. Hayal kırıklıklarımız da oluyordu, heyecandan havalara uçtuğumuz anlar da. Herkes içten içe cinselliği doyasıya, çılgınca yaşamak isterken mahalle baskısına yenik düşüyordu. Biralar siyah torbalarda taşınıyordu. "Coffe shop' da buluşalım, Iggy Pop gibi dans edelim" marşımızdı, "Ankara merkez, kafasına göre herkes" mottomuzdu. Hayatın bize dayattıklarına teslim olmak istemiyorduk ve güçlü bir enerjiyle karşı koyuyorduk. O kızgınlığımızla PJ' in şarkıları kafamıza kazınmış, farkına varmamışız. Bir gün sürekli ölçü birimleri ve birbirine olan çevrimlerini kurcaladığımız bir "Dayanım" dersinden sonra 50 Ft. Queenie' yi söylerken buldum kendimi. İşte o gün radyocu olmaya karar verdim.

Kendisi 8' den fazla albüm yapmış olmasına rağmen çoğu kişinin ilk gözağrısı olan Dry benim de favorim. Ancak 92-00 dönemindeki tüm albümlerin ciddi hastasıyım dersem yalan olmaz. O nedenle bir hayli zorlayarak kendimi ve de Thom Yorke ile birlikte söyledikleri şarkıyı kapsam dışı bırakarak 92-00 dönemi PJ Harvey ilk beşimi yapacağım izninizle:

5. Oh My Lover
Dry albümünün açılışındadır. “Onu seversen sev olsun, yeter ki beni de sev aynı zamanda” diyen parçadır. Daha ne diyeyim sevgili okur. Sevimli olma kaygısı taşımayan acı bir çığlıktır, ağırdır ve herkese göre değildir. Sık sık aklıma gelmesinden ötürü, içten içe kendimden şüphe duyup “N’ooluyo lan?” dememe neden olmuştur.

4. Is This Desire? 
İçinde geçen isimlerden dolayı farklı atıflar yapılsa da; bana vahşi Alaska doğasında geçen, Jack London hikayelerini andırır. Bahsedilen türden bir arzuyu hissetmek istemişimdir hep, “Korkmuyorum” demeyi gözlerimde sırlarla. Filmlerde tarif edilen bir Kızılderili gibi olurum her dinleyişimde, güneşi, toprağı, suyu ve ateşi duyarım. Beşinci eleman gibi havalanırım, şarkı bitince yere düşer ve tekrar başa alırım. 

3. Legs
Yukarıda bahsettiğim türden her türlü ağıtsal çığlık ve bilimum sızlanma ve iniltinin zirve yaptığı şarkıdır. Kan ve sex’ in yakın olabileceğine işaret eden vahşi David Lynch filmlerden birinin müziği olabilir kanımca. "Wild at Heart" a Elvis’ den ya da "Lost Highway" e Bowie’ den daha çok yakışırdı.

2. Whores Hustle and Hustlers Whore 
Gerçek erkekler kızları satın almazlar diye bir slogan duymuştum, önderliğini Sean Penn’ in yaptığı bir grup ünlü centilmen tarafından dile getirilmişti. Devasa boyulara ulaşan sex endüstrisine karşı yapılan bir kampanyanın sloganıydı. Zaman zaman dünyanın kötülük, pislik, aşağılık insanlar, katliamlar, terör, kitle ölümleri, seri katiller, salgın hastalık, ulaşım kazaları, hırsızlar, dolandırıcılar ve bunların ikili üçlü kombinasyonlarından oluştuğunu düşünürüm. Bu kadar zorluk arasından nasıl olup da sıyrılıp, kendimizi oturma odamızda geçirdiğimiz birkaç saat boyunca iyi hissedebildiğimizi şaşıyorum bazen. Bu duyguların tercümanı olup, oturma odamıza kadar gelen ve “Yalnız değilsin!” diye yüreğimize su serpen PJ ablamıza saygılarımızı sunuyoruz.

1.Plants and Rags
Çiğ balık hiç yediniz mi? Herkese göre değildir ama klasik pişirme yöntemleri ile alışık olduğunuz, tüketebileceğiniz kıvama çekilmediği için kendi özüne en yakın halindedir. Tabii ne yediğiniz de önemli. Çiğ olarak yediğiniz somonsa tadı istediğiniz yöntemle pişirdiğiniz tatlı su balığından daha lezzetlidir. Harvey’ in ilk albümü de ritmik altyapılarla yoğrulmamıştır, elektronik katkılar konmamıştır içine, soğan doğranmamıştır, içi yarılıp limon yerleştirilmemiştir, terbiye edilmemiştir. Kesinlikle sosa, una bulanmamıştır, yüksek sıcaklıklarda tavada pişmemiş içine yağ işlememiştir. Oysa çiğ somon tuza yatırılmış, yeneceği zamanı beklemiştir. PJ ablamız ilk albümünü yaparken bir daha albüm yapamayacağını düşünmüş, o zamana kadar biriktirdiği bütün tutkularını, fikir ve hikayelerini 45 dakikaya sıkıştırmaya çalışmıştır. Sonuçta ele avuca sığmayan yırtıcı punk rock gitarlarıyla dolu, aynı zamanda dolu dolu bir eser çıkmıştır. Her şarkı ayrı bir deneyimdir. Plants and Rags’ de Harvey kendi blues köküne dönmüş, akustik gitarını yumruklayarak başlamış, burgulu, iç parçalayan kemanlarla sonlandırmıştır. Kendisine iyi bakan, ona parlak şeyler hediye eden sevgiliye ulaşamamış, karanlık odalarda depresyona girmiş, kendisini dipten alıp çıkaracak olana çılgınca yardım çığlığını iletmiştir. Biz de koştuk yardıma ama bilmeden tuzak ağına takılmışız, 20 yıldır hastası olduk, ezber yaptık şarkılarını. Biz bu yola gönüllü düştük ey dostlarım, bundan sonra da iflah olmayız.


16 Kasım 2012 Cuma

What Else Is New - Dinosaur Jr.

Bu sefer "yeni" kavramı üzerine biraz kafa yordum. Devrim yapmak için dibe vurmak gerekir belki, ancak o zaman uyanılır masum uykudan ve harekete geçilir. Ancak şeraiti değiştirecek ufak yenilikler için ahvale bakmaya gerek yoktur. Haydi bir yenilik yapalım deyip ve de bazı şeyleri farklı yapıp monotonluktan kurtulabiliriz. Üç yazı önce yeniden blog yazmaya karar verip mini formata geçtiğimi ilan etmiştim. "Dur bir dakika, yeni olan sadece bu mu?" diye düşünmekten kendimi alamadım. Aradan 3 yıl geçmiş, yazıların kısa olması iyi de, biraz daha yenilir yutulur cinsten olsa hani fena olmaz değil mi? Öyle birileri anlamasın diye yazmaya gerek yok. Demek ki hem "mini" hem de "light" bir blog oluyoruz ey gençlik. Kimsenin şikayeti yoksa olsun bakalım.

İnandırıcı gelmedi değil mi? Şimdi bakıyoruz yenilik anlamında ne var ne yok:

1. Şarkılar yeni değil. Olmasın varsın. Zaten olayımız da bu değil mi? Temel fikrimiz, yola çıkış noktamız bu. İtiraf etmeliyim, bu konuda hala ikna olamıyorum. Müziğin deli gibi güzel yapıldığı bazı dönemler oldu, beni kendi içine çekip sarmalayanı 1991-95 arasında çıkan ve yeşeren alternatif müzik dönemidir. Son 10-15 yılda bazı güzel gruplar çıktı; geldiler, geçtiler, yollarına devam ediyorlar ama o kadar. Devrim yaratacak, hadi onu bıraktım, nesilleri derinden etkileyecek birşey gelmedi son dönemde. Geçenlerde bir arkadaşım trip hop'tan bahsetti. Trip hop diye bir karın ağrısı, kriz olduysa da beni teğet geçti kusura bakmayın. Tek bildiğim 3-4 parça, bende bir kültür oluşturmadı ne yazık ki? Müzik altmışların sonunda (beat, hippi, protest rock vs kültürel akımları), yetmişlerin sonunda (punk ve post-punk, new wave) ve de doksanların başında (indie, grunge) köklü değişimler geçirmiştir kanımca. O dönemlerin etkileyici grupları hem kalıcı olmuş hem de kendi ve kendilerini dönemlerinin pop kültüründe iz bırakmışlardır. Neyse, müzik tarihi değil olayımız. Ben çok şanslıydım ki, 1991 yılında ciddi olarak müzik dinlemeye karar vermiştim. Herkes G'N'R dinlerken; ben Pearl Jam, Sonic Youth' dan bahsedince uçuk adam yaftası yiyordum. Olsun, millet uyuyadursun, ben farkındaydım ki bu yeni dönemin gruplarının çoğu da önceki iz bırakan dönemlerden etkilenmişlerdi.

Doksanlardan bu yana devrimsel müzik ortamının oluşmamasının ana nedeni kanımca, son on yılın popüler ve politik ortamının, gençlerde yarattığı yozlaştırma ve yüzeyselleşmedir. Başka bir şey değil. Oysa bugün herşeyimiz var değil mi? Ama genellikle geyik yapıyoruz, pek önemsemiyoruz kimin ne dediğini ve de olup biteni. Yeni grupların çoğu da aslında hiçbirşeyden bahsetmiyor, ne sosyaller ne de kişisel. İşte bu yüzden sevgili dostlarım, yeni albümler arada gönül telimizi titretecektir ama başlıklarımız eski olmaya devam edecek. Ta ki yeni bir "Altın Çağ" gelinceye kadar.

2. Şiirsellik meselesi,şaire gönderme yapmalar vs. Bazı yazılarımı tekrar okurken oluşturduğum kafiye ve ritmden zevk almışımdır. Bu kişisel tatmin için gerekli olsa da fazla abartmamak gerek.Evet eski modayım ve öyle olmayı da sevdiğim zamanlar olmuştur günümüzün rezil, tekdüze, kültürsüzlük ortamına karşı. Ama arkadaşlar, bu ama büyük bir ama, herkese uymak yerine herkesin sana uymasını istiyorsan, o zaman gerçekten iddialı bir devrimci olmalısın. Örneğin gerçekçi olup imkansızı istemelisin. Eğer öyle değilsen, o zaman dur, millet 140 karaktere indirmişken muabbeti sen dinazor olup çıkarsın. Tamam zaten bir sürü baba dinazor varken onu da sana bırakmazlar, sen de dinazorcuk olarak idare edersin.

3. Vurgulu, etkileyici son cümleler. Akılda kalıcı olmak, ve de yukarda bahsettiğim yazdığım yazıdan keyif almak için vurucu bir sona ihtiyaç duyarım. Nasıl bir sinema filmi etkileyici sonu olmadan hayal kırıklığı yaratıyorsa, kısa ya da uzun olsun, öylesine bitiveren bir yazı damakta nahoş bit tat bırakır, küllük yalamaya benzer. Kısa yazarım, o kadar da değil ama, hayal kırıklığına da uğratmam, ağzınızda kötü tat bırakmam sevgili okur. Bono' yu sevmem hem de hiç. Onun tapılan şarkısı "One" da dediği gibi kimse kimseyi taşımak zorunda falan da değildir. Beğenmeyen çeker gider, beğenilmeyen da unutulmaya mahkumdur.

4. Melankoli, duygusal yoğunluk olguları vs.vs. Müzik sevmek yalnız insanların işidir. İtilip kakılan, odasından çıkmayan, karanlıkta sevişen insancıkların terapisidir pop müzik. Öyle olmasaydınız, ne işiniz vardı müzikal muhabbetlerin içinde, kültürel olarak boş olan ve herşeyi poz için yapan insanlar genellikle daha mutludur. Laylardır öylelerinin hayatı. Onlara özensem de onlardan biri olamam. Ne yapayım, yaratılış. Hayatımızda melankoliyi bir küçük bir ara sıcak olarak tutabiliyorsak, ana yemek değilse yani, gidebilir üstelik ana yemek öncesi iştah da açar. Anladınız siz onu, ne yapıyoruz? Tadında bırakıyoruz.

5. Anılar, anılar...Beni bu akşam ağlattılar, değil! İyisi de var, aklıma gelip sabaha kadar uyutmayanı da var. Her günüme, bugün güzel bir anı olarak yıllarca hatırlayabileceğim ne yaptım, ne oldu diye bakarım. Bugün işte katıldığım sıkıcı toplantıyı, arkadaşlarımla biraları tokuştururken anlatamam değil mi? Ama şu anda yazdığım, yazmaktan zevk alıp, uykum geldiği halde bırakamadığım bu yazıdan bahsedebilirim. Geçmiştekileri de hatırlamak güzel, zihni zinde tutuyor. Biraz da yeni hayatımızdan birşeyler katalım, kayıtlara geçelim. Alın size yenilik.


Dinosaur Jr. da son beş yıldır yeniden albümler yapmaya başladı. Müziklerinde eski yılların tadını aynen alabiliyorsunuz. Sanki dondurucudan çıkarılmış gibiler. Saçların beyazlaması dışında farklılık yok sanki J Mascis abimizde. Kendilerini 1993' te çıkan, dinledikçe alışkanlık yapan, nispeten kolay algılanabilen Where You Been albümü ile tanımıştım. Avant-garde punk tarzları, sonu gelmeyecekmiş gibi gelen melodik soloları, mızmızlanırmış gibi vokalleri ile hastası olmuştum. Hayatımızdaki takıntıları sorguladıkları "What else is new" doğrudan uzatılmış bir gitar solo ile başlar, yavaştan bir rock baladına dönüşür, ritm şaşırtıcı şekilde değişir ve de "Tam doksanlar işte" diyebileceğimiz uzun, melankolik bir outro ile sona erer. 20 yıldır aynı zevkle dinleyebiliyorsam Dinosaur Jr. hakikaten efsane olarak tanımlanabilir bence. Siz de pek bir değişiklik yok gibi bir hisse kapıldınız değil mi? O zaman yerinde görelim mi? 2013' te onları bir konserde yakalayabilirim umarım. Ses ve görüntü bulutundan alıp onları; taştan, kemikten, etten, tozdan ve dumandan olma kendi dünyamıza indirebilirim. Hem yeni hem de canlı olur böylece.

6 Kasım 2012 Salı

Norwegian Wood (This Bird Has Flown) - The Beatles

Müzik hakkında yazı yazmanın zorluklarından biri de, konu ettiğiniz şarkıda gerçekleşen olaya benzer bir şey yaşamış olduğunuza dair oluşacak şüphedir kanımca. Ya da sözkonusu şarkı her çalındığında hatırlattığı bir olay, yer ya da insan olması olasılığı da yazarı zorlayabilir. Olmadığını iddia etse de insanlar inanmayacaktır. Yazıda konu edilen hikayenin bizzat yazar tarafından yaşanmış olması gerekmiyor değil mi? Hayal gücü diye bir şey var. Üstelik insanlar okur, çevrelerinden hikayeler duyar, etrafındakilere şahit olur, alıntı yapar, tekrar eder, çocukluğuna döner zaman zaman,rüyalarından etkilenir vs. Bunların hiçbirisi olmasa da, kişi bir film izler hayatı değişir. Bazıları şanslıdır, o en sevdiği şarkıyı yazan insana fazlasıyla özenmesine rağmen, şarkıdaki olayı yaşamayı düşünmez bile, hayal etmenin yanına bile yaklaşmaz. "Ne güzelmiş!" der ve olay orada birer. Algı penceresinin perdesini kapatmıştır, sızan küçük bir ışık ile idare etmektedir.

Yazımızın konusu ve aynı zamanda şanssız olan diğer kişi ile takılmayın zaten siz, boşverin onu gitsin. Ona tıp dilinde ümitsiz vaka denir.O fazlasıyla hayalperesttir. Niyetleri, arzuları, yapmak isteyip yapamadıkları, gitmek isteyip de kaldığı, kalmak isteyip de kalamadığı, sevmek isteyip de sevemediği, kalkması gerekirken uyuyakaldığı, uyumak isteyip de yatakta dönüp durduğu, içip içip de sarhoş olamadığı, sevdikleriyle aynı yerde ve zamanda olamadığı, sevdiceği ile birlikte olup da ona ilgi gösteremediği, çağrıldığında gittiği, gelmek isteyip de gelemediği, görmek istediği şehirleri göremediği, dinlemek istediği albümleri dinlemeyi ertelediği, gitar satın alıp da gitar çalmayı istemediğini farkettiği, sipariş verip yanlış tercih yaptığını düşündüğü halde iptal etmediği, hayatında kötü giden şeylere müdahil olmadığı, okumak istediği kitapların öylece raflarda durduğu, düşündüğü kişiyi aramak için telefonu eline alıp da bıraktığı, aç olduğu halde yemek yapamadığı için yiyemediği, yapmak istediği onca şeyden birini yapmak için yerinden kalkmak isteyip de güç bulamadığı çoktur ve çok olmuştur. O "Norwegian Wood" u duyduğunda benzer bir olay yaşayamadığı için hayıflanır, onu odasına davet edecek sıradışı bir sevgili olmamıştır. Kimse ona "Şimdi yatma vakti!" dememiştir, deseydi de o zaten yatmazdı. Küvette uyumamak için nereden geldiği belli olmayan bir azimle direnirdi.


Son zamanlarda John Lennon' ı andığım çok oluyor. Keşke yazımızın konusu kahramanımız da Lennon gibi barış ve güven dolu bir insan olsaydı. Sevgisinin birazını gösterebilseydi onun gibi. Parangalarından kurtulsaydı, dilek ve temennileri yerine onun gibi amaçları ve hedefleri olsaydı. Ne istediğini bilen ve farklı olmaktan çekinmeyen biri olsaydı. Sonrasını da kadere bıraksaydı, hayatta şansın ne kadar belirgin bir rol oynadığını görseydi inanın çok şaşırırdı. "Norwegian Wood" ile benim tanışmam da şans eseri oldu. Yıllar önce, şimdi ismini bile hatırlamadığım bir arkadaşım ile kasetlerimiz karıştı. Tesadüfe bakın ki o da benim gibi bir kaseti önce çeker, sonra dinler, dinlemeye ara verip kaldırmaya karar verince üstüne ismini yazarmış. Kasetleri değişinceye kadar bir hafta boyunca ben Rubber Soul albümünü ezberlemiştim. Arkadaşım, Elton John' un Captain Fantastic and the Brown Dirt Cowboy' unu pek sevmemiş olacak ki, fazla dinlemediğini söylemişti. Halbuki ikimiz de pek özenmiş olacağız ki Maxell marka kromlu kasetlere kayıt yapmıştık. Arkadaşım Elton John' un klasik grubundan akustik bir ziyafeti kaçırdığına yanıyor mudur bugün bilemiyorum. Oysa "Girl", "Michele", "Nowhere  Man", "Wait" gibi  dilime yapışan marşlar ile tanıştığım için bu karışıklıktan karlı çıkmıştım. "Norwegian Wood" u o kadar çok sevmiştim ki, play, stop, rewind, stop, play, stop, rewind, stop...yapmaktadan geri verdiğimde kasetin ömründen bayağı bir yemiştim doğrusu. Sonrasında güzel gitar çalan bir başka arkadaşıma öğretmiştim adam akıllı. 8 Aralık 1996' da ODTÜ' deki geleneksel John Lennon ve Beatles' ı anma gününde arkadaşım grubuyla çaldıktan sonra "Norwegian Wood" u, mimarlık anfisinden çıkıp, ayazın süpüğü gökyüzüne şöyle bir baktım ve bir kibrit çaktım.

Nostalji aslında iyi bir şey değil, kasetleri kesinlikle özlemiyorum. Ama bu şarkıda kendi tarzına benzer bir beste yaptığı için cevaben "4th Time Around" u yazan Bob Dylan aklıma gelince, keşke günümüzde de bu denli yaratıcılıkların çarpıştığı bir ortam olsaydı demekten kendimi alamıyorum. Geçmişi bilmek bugünü yaşamamıza engel değil nasıl olsa. Nasıl sanat sayesinde hayatı daha güzel anlayabiliyorsak, "Norwegian Wood" sayesinde günümüzün güzelliklerini daha doğru tespit edebiliriz. Yazımızın konusu kahramanımız olsaydı onu da yapamazdı, geçmişe kilitlenip kalırdı. Ama biz zaten onunla takılmıyoruz zaten, değil mi? Hayalleri onu yakıp kavuradursun biz onun için de iyi şeyler dileyelim. Umalım o da yaptığı hataların farkına varmıştır. Endişelerinin esiri olmak yerine, hayal edelim "İstedikleri Yere Gidenler" den olduğunu. Ve hayal edelim farkına varsın, deneyin hiç de zor değil, kendisinden başka engelinin olmadığını. Onun için iyi şeyler dileyelim, bırakalım kader onun da tutunabileceği güçlü ağlarını örsün. Şairin dediği gibi yalvaralım onun için bütün kalbimizle, ellerimizi açıp dua edelim, o da bir gün hayatında utanç duyabileceği birşeyler yakalayabilsin ve hiç ama hiç pişman olmasın.