Spellbound
Siouxsie and the Banshees
Aptal aptal televizyona bakarken o davulları duymak isterim bazen, kalkar Juju’ yu koyarım kasetçalara. Ayrı alemlerde takılan gitarlar ve baslar birbirini bastırmaz. Üzerine Siouxsie söyler ve böyle bir tınıya başka şekilde tanık olmak imkansızdır. Buna punk denemez, post-punk hiç değildir, gothic falan da anlamsızdır. Tanımlamaların ve isimlendirmelerin gazeteciler ve işbilir müzik yazarları tarafından uydurulduğuna inanırım. Gotik demeseler Banshees’ i anlatamayacaklar sanki, bunlar bir takım yaratıcılık düşmanı insanlardır, adam yaftayı yapıştırıp geçer. Bu gotiktir, bu britpoptur, falan filan vesaire. Britpop diye tabir edilebilen The Auterus ve Pulp arasında ortak özellik bulmak imkansızdır halbuki. Siz bunlara takılmayın sakın.
Gotik mimaride olur deyip bu bahsi kapatmak en iyisi olur. O tip mekanları andıran black metal grupları olabilir ancak bizim bildiğimiz pop kültüründe pek anlamsız kaçıyor. Gotika adlı filmde bile neyin gotik olduğunu kaptıramamıştım. Belki de David Lynch çok daha gotik idi. Bizim gençliğimizi etkileyen en önemli sanatsal olaylardan biri de Lost Highway’ di. Bu filmdeki en etkileyici şarkı “I Put A Spell On You” idi. (Konu başlığı ile benzerliğe dikkat!) Çok eski bir şarkının yorumuydu ama. Filme ve gruba çok yakışmıştı. Keşke bir miktar büyü yapabilseydim diye hayal kurmaya başladım, bayağı işime yarardı, kendini bişey sanan ablaların burnu sürtülmüş olurdu biraz. Büyüyü Warcraft oyunundan ayarlardım, ne de olsa “Not Enough Mana!” diye bağırarak ölme durumu söz konusu değildi. Yalnız diğerlerinin de bana büyü yapmalarının önü açılmış olurdu. Başıma kendimin açtığından daha fazla dert açamaz herhalde kimse. Her ağacın kurdu özünden olurmuş, Afghan Whigs in dediği gibi: Tek düşmanım var, kendim.
Yazıya mevzubahis olan ritmlere dönelim isterseniz. O davullardır ki flamenko dansçısına bile eşlik edebilir. Benzerleri “Hong Kong Garden” veya “Arabian Knights” da da bulunabileceğinden grubun enternasyonelliğe olan özlemi görülmüş olur. Hepimizde biraz var sanırım bu tarz bir özlem, en azından uluslararası müziğe meraklı olanlarda. Aysun Kayacı bile başka ülkelerin erkeklerine olan merakını televizyon aracılığıyla duyurmuşken, bizim uluslararası olmaya özlem duymamız çok da beklenmedik bir durum olmasa gerek. Sırt çantalı gezginleri ele alalım örneğin. Aslında amaçları sadece gezip görmek olsaydı daha komformist olacaklarını düşünmez miydiniz? Ne gerek var, katıl tura üç günde venedik, floransa biter. Yerel halkı tanımak, oranın havasını koklamak, yemeklerini yemek, pazarından sebze almak, birasının tadına bakmak, müzisyenlerini az da olsa dinlemek, toplu taşıma araçlarına binmek gittiğiniz yer hakkında size daha çok şey öğretecek hem de sizde daha çok anı bırakacaktır. Minsk’ e gittiğimde örneğin, yılda bir düzenlendiği rivayet edilen köyün delileri toplantısından kaçmış olduğuna inandığım bir grubun konserine tanık olmuştum. Herhangi bir modern sanat müzesini gezmiş olmaktan daha çok iz bırakmıştır bende.
Banshees de bende iz bırakmıştır ama yine de büyük bir Banshees hayranı olduğum söylenemez. Doğrusu Juju, Peepshow ve Tinderbox albümlerini ezberleyecek, kasetlerini eskitecek kadar dinlemişimdir ama biraz modern müziğe meraklı hemen herkesin “walkmen” inden geçmiştir bunlar. Tüm Banshees albümlerine sahip olan yakın bir dostum sayesinde benim de rafımda en çok yer kaplayan grup olmuştur. İndirme çıktıktan sonra tüm albümleri iki CD’ ye sığdırıverdim ama çoğunu pek sık dinlediğimi söyleyemem. Evet, bahsettiğim eşsiz grup tınısı sayesinde bugün ve gelecekte canlılığını ve gücünü koruyan/koruyacak “Candyman”, “The Killing Jar” gibi hitlerini dilimden düşürmem. Evet, onlar kadar orjinali kadar güzel yorumlar kaydetmiş başka bir grup yoktur yeryüzünde. Evet, Siouxsie’ nin metal aksesuarlı kollarını göğsüne bastırmış, kabarık saçları ve simsiyaha boyanmış gözleri ile hüzünlü bakışlı fotoğrafı hep zihnimdedir. Ama kendime itiraf etmeliyim ki onlara olan ilgim vakti zamanında fazlasıyla punk olmaya özenmiş olmamdan kaynaklanıyor. Onları çok sevmemin önemli bir nedeni de, yine bir zamanlar basgitarist olmayı hayal etmiş olmam ve Steven Severin’ i gözümde çok büyütmüş olmamdır. Grup uzun kariyeri boyunca müzikal bir evrim geçirmiştir, tüm albüm birbirinden farklıdır, belkide bu yüzden olacak arada hastalıklı parçalar da çıkmıştır. Bunlar benim sevdiğim o insanlar olamaz diye düşünmüştüm Superstition albümünü dinlemeye çalıştığımda. Fatih Akın o kadar önemsememiş olacak ki bu detayları ödüllü bir filminde kocaman bir Siouxsie posterini dekor yapmıştır; filmin başrol oyuncusu Sisters of Mercy eşliğinde bu poster önünde dans edip “Punks not dead” diye bağırmıştır. Ben odama bile bir Siouxsie resmi koyamadığıma göre Fatih Akın benden çok daha büyük bir Siouxise hayranıdır.
Her ne kadar gücünü zamana karşı korumakta olsa da “Spellbound” u 19-20 yaşlarında olarak ilk yayınlandığı yıllarda duymuş olmayı dilerdim. İçimde çok daha güçlü bir enerji yaratırdı, ilk defa radyoda şans eseri karşılaşmış olsaydım. Yakınımdaki büçük bir barda konser verselerdi, sahneye çıkıp kalabalığın üstüne atlamak keşfedilmiş olur muydu bilmiyorum ama onlarla ilgili birkaç konser anım olsaydı keşke. O kadar büyütmeyelim; öğrenme arzusuyla kağıt ve kalem eşliğinde takip etmiş olduğum müzik programlarının birinde kliplerini raslantısal olarak görme şansım olabilirdi. O zaman grubun sağlam hitlerini gençlik anıları ve tazeliği ile özleştireceğimden farklı anlamlar yükleyebilirdim. Yıllar sonra tüm albümlerini toptan edinip değerlendirdim, bundan ötürü Sioxsie ile ilgili yapılması gereken faaliyetleri aşağıdaki gibi özetleyerek meraklılarına doğru ipuçları vermiş olacağıma inanıyorum.
- Bir Siouxsie tşörtü edinip üstünüzde paralanıncaya veya soluncaya kadar giymek;
- “Happy House” klibini izleyip, sanat yönetmenini ve Siouxse’ nin hayal gücünü takdir ederek gülümsemek;
- “Cannons” u bir küçük, salaş ama kalabalık bir mekanda çalmak/çaldırmak;
- Kimsenin sizi göremeyeceğinden emin olmak kaydıyla, sesi sonuna kadar açıp “Mirage” , “Paradise Place”, “Arabian Knights” ve “Spellbound” u sırasıyla dinleyerek odanın içinde hoplayıp zıplamak;
- Filth and Anger filminde Siouxsie ilgili kısımları izlemek
Listenin uzatılması mümkün elbette, en kritik olanlarını yazmak istedim sadece. İlave olarak, odanızda yüksek sesle dinleyeceğiniz parçaları arabanızla aydınlık bir yaz günü pikniğe giderken dinlemeniz önerilir. Bu sayede henüz piknik yerine varmadan güzel bir gün geçirmeye başlayabilirsiniz. Yalnız, kara yolculuğu esnasında hızın ve önünüzden geçen görüntülerin değişkenliği yardımıyla psikolojik olarak dinlediğiniz ritmik müziklere eşlik etme eğiliminiz artacaktır. Bu nedenle bu faaliyet pek çok farklı grup ve müzik için de önerilebileceğinden Banshees için özel olmayacaktır. Bu psikolojik etkinin gücü yadsınamaz. Sırf bu etki yüzünden “Born in the USA” gibi embesiller için yapılmış şarkıları bile söylerken bulabilirsiniz kendinizi. Sonra dilinize yapışabilir anlamsız bir nakarat, olmadık yerde söyleyip rezil olursunuz. Halbuki onun yerine “If I was to say to you, girl you shouldn’t get much high” derken yakalansanız – Duyan kişilerin Jim Morrison’ u tanımasına gerek olduğunu da sanmıyorum. - istemeden karizma yapmış oluverirsiniz, hatta namınız bile yürüyebilir. Dinlediğiniz radyonun önemini anlatmak için yazıyorum bunları. Çok sevdiğiniz, motor ve yol gürültüsünü bastırmak için dinlediğiniz popüler bir radyoda hergün Abba çalabilir ama bir gün bile Depeche Mode duyamazsınız. Maalesef istemeden anlamsız müziklere maruz kalıyoruz radyo dinlerken. Bunların bir kısmı nakaratları sürekli yinelendiğinden veya tümden “loop” lardan oluştuğundan – Örn. Chemical Brothers – hafızada daha kolay kalacaktır. Bunlar kitleleri etkilemek için özellikle düşünülmüş formüllerdir. Gerçek müzikseverler bunlardan itinayla kaçar, belki de bu yüzden kendi albümlerini dinlemeyi yeğlerler. Onlar için üretilmiş radyo programları maalesef azınlıktadır. Yukarıda bahsettiğim şekilde radyoda şans eseri “Spellbound” u duymuş olmak aslında, Türkiye’ de büyüyen bizler için hayalimsi bir temenniden ibarettir.
Biz en iyisi arabamızda Juju ‘ nun bir kopyasını bulunduralım, mütemadiyen dinleyebilelim. Hafızamızda radyodan gereksiz yere pompalanan eserlerden daha çok yer tutsun, beynimizin kıvrımları arasında dolaşsın, kılcal damarlarımıza kadar sinsin ki Budgie’ nin davullarını, Mc Geoch’ un gitarlarını duyumsayabilelim, hatırlayabilelim. “Spellbound” un unutulmaz edebiyat eserleri kadar şiirsel olmadığı ya da klasik Beatles parçaları kadar dokunaklı olmadığı konusunda hemfikirim. Ama yine de özgün müzikseverler tarafından özü inkar edilmeden, gizemini ve sihrini koruyarak tüketildiğinden olacak, bizim çocuklarımız yaşlanıncaya kadar dinlenecek, kolay kolay eskimeyecek.
Bulent Tekin
Mayis 2008