2 Eylül 2009 Çarşamba

Neil Jung - Teenage Fanclub

Müzik adına “high end” olan birşey varsa o da Teenage Fanclub dür. Liam Gallager’a göre en iyi ikinci, Kurt Cobain’ a göre dünyanın en iyi grubuydu. Hangisi haklydı bilemiyorum ama zamanında onları hiç duymamış, onların en şaşalı zamanlarında kısa pantolonla gezmekte olan günümüz gençliği bile dinler dinlemez hastası olup ipod’ larına dolduruyorsa, bir takım dergiler, o liste senin bu liste benim, en iyiler, en babalar, en unutulmazlar, ilk 100’lerine alıyorlarsa onları, her ikisinin de haklı olabileceklerini düşünebilirsiniz. Geç kalmış sayılmazsınız, dönemler üstü bir grubu dinlemiş olacağınızdan, kesinlikle demode birşey yapmış olmuyorsunuz. Abartılmış popüler yeni gruplarla ilgilenmeyip damarı yakalayınca dibine kadar giderim diyorsanız, buyrun burdan yakın, zarardan dönün. Aslında ben bile onları tam olarak yakalayabilmiş sayılmam. Zamanında Süleyman abiye sormuştum, nasıl bir grup diye, o da “Çok iyi bir grup” demekle yetinmişti, o aralar Slowdive ve Adorable’ a fena taktığımı farketmiş olacak ki bana şiddetle tavsiye etmemişti. O yıllarda müzik ansiklopedimin sayfalarını doldurmakla meşguldüm, ne duysam harddiske yazıyordum, Shades’ de hep vitrini işgal eden bir grup olduğundan aklımda hep bir merak unsuru olarak kalmıştı Teenage Fanclub. Doksanların sonunda da olsa Songs from Northern Britain ile muhabbete dalmış oldum. Bilenle merak edenin bir olamayacağını daha iyi anlamıştım, meraklarımı ertelememeye karar verdim böylece. Yazar olmayı hayal eden bir alkolik olmaktansa, alkolden fırsat buldukça yazabilen bir yazar olmayı tercih etmişti ya Beyaz zenciler. Gelip geçen hayatı uzaktan izlemek yerine, ilaçlamaya ve bostancıya rağmen ağaçtaki elmaları toplamaktan çekinmeyen, istediği yere giden, istediğini alan aktif biri olmalıydım. Bünyem elverdikçe öyle yapmaya çalıştım.


Koşullar maalesef beni engelledi son yıllarda, özellikle son zamanlarda uzun süredir süregiden bölünmüş hayatıma takmış durumdayım. Bölünmenin önüne geçmeyi bırakın bilerek ve isteyerek yeni parçalara bölüyorum hayatımı. Müziklerimin bir kısmı örneğin, onlara geri döneceğim günü sabırla bekledikleri bir depoda tozlanırken, bir kısmı 3 odalı evimde, bir kutuda onları hiç dinlemediğim için bana küskün, bir kısmı bu yazıları yazmış olduğum loş ışıklı odada olmaktan ve arabadan arabaya, sırtçantaları vasıtasıyla taşınmaktan eskimiş ve yorulmuş. Bazıları bu bilgisayarımda, bazıları evdekinde, dinlemek istediğim Del Amitri kasetimden kilometrelerce uzaktayım. İlaçlarım evde kaldı, şarj cihazım odamda; cüzdanım çekmecemde kitli, anahtarım evde kaldı, fotoğraf makinem yanımda ama filmlerim Türkiye’de kaldı. Mavi ceketimi giymek istiyorum ama burda değil, peace tşörtümü giymek istiyorum ama odada bırakmışım. Ne dinlemek istesem yanımda değil, kimi görmek istemesem akşamları yanyana oturuyorum. Evime bile gidemiyorum çoğu zaman, sigara dumanıyla kaplı, ısı farkı nedeniyle camları buğulanmış bir odada, millet Kurtlar vadisi izlerken, kulaklığımı takıp – allahtan evde bırakmamışım- etraftaki olaylara tepki vermemeye çalışarak yazmaya çabalıyorum. Bu eziyetin sonu gelecek mi diye de düşünmüyorum, kürek mahkumları kadar duyarsız mı oldum, nedir? Ama bunun sonu iyi değil. Böyle böyle, bana gelecek bir gün biliyorum yandan yandan; istediğim kadar “Alcoholiday” dinleyip medet umayım biradan, yazı yazıp içimi dökebilsem de azıcık ucundan, birgün psikosavaşı kaybetmekten korkuyorum. Giden yılların geri gelmemesi bir yana, dert geldi mi kolay gitmiyor sevgili okuyucu. Ruhumu güçlü tutabilmek için tek yapabildiğim; kulaklıklarımı takıp “Versimilitude” un ritmlerine tutunup ruhumu zenginleştirmeye çalışmak, gözlerimi kapatıp biraz unutmak.

Çok şükür tatillerde bir yerlere kaçabildim. Sıradışı olarak bu sene 2 farklı ülkeye gittim, ilginç seyler görüp, yeni tadlar buldum. Kandiye’ de D&D fanatiklerinin dükkanından Paris’ teki surf rock barına kadar keşfettim. 1 Temmuz’ da Moskova’ da gerçekleşen Moz konserinden güzel anılarla ayrıldım. Ama dönüp dolaşıp sürekli kürkçü dükkanına kuyruğum kısık bir biçimde dönüyorum ya , işte o koyuyor adama. Kas kas nereye kadar, sen istediğin kadar bir taraflarını yırt, herşey olacağına varıyor. Bütün bu mücadele sonunda tek elde ettiğimiz nedir biliyor musunuz dostlar? Kendimizi yaşlandırmaktır elde ettiğimiz sonuç.

Bilmiyorum 35 yaş gerçekten bir eşik midir, eskiden herkes yaşımı genç tahmin ederdi, şimdi gören “35 misin?” diyor. Yaşlandığımın diğer bir göstergesi de son yıllarda yeni grupların, mesela Arctic Monkeys’ in geçmişten nasıl etkilendiklerini keşfetmek yerine geçmişin kendisiyle ilgilenmem. Yıllardır Suede dinliyorum diye ve de modern hayatın psikozlarına maruz kaldım diye, ayrıca 2000 li yılların vahşi seks hayatına ayak uyduramadım diye, para ve gösteriş yerine duygulara arkadaşlıklara, paylaşımlara ve küçük mutluluklara değer verdim diye eski kafalı ve demode ilan etmiştim zaten kendimi. Ama sene neredeyse 2010 olmuş, vatandaş 3G diyor sen hala adam akıllı bir mp3 player alamamışsın, hala Kings of Leon dinlemeye zaman ayırmamışsın, Neil young albümlerini ezber yapmakla meşgulsun. Sonuç ortada, “Old man” i gitarla çalabilecek kadar çok kez dinlemişsin, lambalarının teki sönmüş bir odadasın, pop caz hayranı değilsin ama Bruce Hornsby’nin “Madman Across the Water” yorumu ile kafayı buluyoyorsun, “Heart of Gold” çalınırkken “And I’m Getting Old” diye katılıyorsun. Hadi canım sen de, kimi kandırıyorsun? Sonic Youth bile senden genç, hala taşları yerinden oynatabiliyorlar, sen hangi cevizi kırabiliyorsun ki? 3-5 örnek dışında yeni film bile izlememişsin, Yaban Çilekleri ile, Ayna ile kafayı yiyorsun farkında değilsin. Anderi Tarkovsky’ yi ruslar bile sevmiyor, bir iki uçuk tip dışında. Açılım diye bağıra bağıra poposunu açıyor hükümet, hala sen kapalı mısın? Dinazor damgası yemene az kaldı ona göre, hala Teenage Fanclub mü dinliyorsun?


Evet devam, kaldığım yerden. 2010 da yeni albümleri çıkacacak, merakla bekliyorum. Damgalarla, yaftalarla zaten aram yok. Ama kendimi kendime kabul ettirmek için arasıra burada konserlere gidiyorum. Hiç de öyle son moda şeylerle karşılaşmıyorum. Son gittiğim akşam 8 kişilik, Leningrad Cowboys tarzı, dibine kadar punk’ a bulanmış, görüntüde normal ruhunda, özünde punk olan, rock’n roll yapmanın Amerikalıların tekelinde olmadığının ispatı, Vasya Lozhkin Rock’n Roll Band ile tanıştım. Bulduğum tek boş sandalyeye oturdum. Ancak sadece ölü olduğu için değil de, baltık denizinden beri geldiği bütün yol boyunca donuk olmaktan baymış birer ringa balığı kadar ruhsuz gözüken – sözde - genç topluluğa şöyle bir baktım. Benim zamanımdaki Ankara gençliği olsa var ya, orası yıkılmıştı. Trombon patlamış, trompet bir tarafa girmiş, saksafocu sahne arkasında çalışıyor olurdu. Vasya baba zırt pırt “Yavaş arkadaşlar ayıp oluyor” gibi anonslar yapardı. Neyse ki burada badigard denen saçma oluşum olmadığından deli dana misali ska ska zıplasanız da kimse bişey demiyor; tutup kolunuzdan dışarı atacak bir organizasyon yok. (Denedim bişey olmadı) Bencileyin demode çılgın vatandaşlardan dolduruşa getirdiğim tipler oldu demek ki, etrafım dolmaya başladı. Hepsinde en az on yıldır orada vodka içiyormuş gibi bir ifade vardı. Bir oturdum, baktım ki yine boşalmış. Ciddi nesil farkı var arkadaş, anlaşıldı. Nooldu, enerjinizi sabaha kadar süzüleceğiniz diskoya mı saklıyorsunuz? Siz bilirsiniz.


Bu tarz bir eğlence herkese göre olmayabilir tabii ki. İçimden bir ses diyor ki: Paşa paşa oturup müziğimizi dinleyelim. Öyle ürkütmeyelim vakvakları, sakin sakin takılalım, fan fini fin fondan uzak duralım. Benim devrelerim çoktan ağır abi oldular yahu. Kafayı traşladılar, göbeği saldılar, çizgili kravatı sallandırıp geziyorlar. Yazgı diyip geçemeyeceğim, kendim böyle tercih ettim. Eski modayız dediysek de Fred Astaire değiliz herhalde, yaylılar eşliğinde takım elbiseyle vals yapmak da bize göre değil. (Gerçi partnerim Rita Hayworth olursa bu konuyu gözden geçirebilirim) Benim gibiler toplum içinde az olsak da varlığımızı sürdürüyoruz, kıymetimizi bilenlere ancak açıyoruz istiridyemizin kapaklarını. Çoğu zaman derinlerde gizliyoruz kendimizi, kendi kendimize Neil Young ve Teenage Fanclub ile idare ediyoruz. Herbisi ayrı ayrı duyumsanabilen ritm gitarlarla, akustik derin piano melodileriyle, hep bir ağızdan söylenen kalbe hitap eden şarkılarla besleniyoruz. Morrissey konserlerinde şarkılara verdiğimiz çılgın tepkilere kendimiz bile şaşıyoruz. Daha ne kadar böyle devam edebiliriz, nereye kadar gidebilir? 40? 50? Gönül yaşına hiç bakmıyorum zaten, 25 miyim 35 miyim emin olamıyorum bazen. Bu suratsız, kasıcı, gıcık adam nasıl olup da 80’s diskoda “Got My Mind Set On You” çalınca zincirinden boşalmış vahşi atlar, ya da West Ham maçındaki Cantona misali adrenalin dolabiliyor. Merhaba gençler ve daima genç kalanların ikinci yarısına geçiyoruz, geçiş zaman zaman şaşırtıcı olaylarla sarsıcı olabiliyor. İnsanın kendine bile alışması zaman ve sabır alıyor. En iyisi yaşlılık sendromuna girmeden, sallayıp yuvarlamaya devam etmek, nefes alabildiğimiz yere kadar mahalle baskısına aldırmamak, başkalarının ne düşündüğünü takmadan kendin olabilmek. Sanırım bunu yapabiliriz. Çoğumuz gençliğimizde sahip olmadığımız tecrübe ve imkanlara sahibiz. Bu bakış açısına sahip olmamız yeterli manzaralı koyumuza ulaşmak için, parlayan güneş ile doldurup tabaklarımızı, mükemmel simetriyi yakalayabiliriz.

14 Ağustos 2009 Cuma

Ara nağme

İki ayda bir bişeyler yazmak pek hoşuma gitmiyor aslında. Kendimi eğlendirmek için biraz, müzikleri ve bazı anıları yad ederek daha çok eski ve yeni müzikleri dinleme fırsatı yaratmak için biraz da, belki biraz da değeri az bilinmiş bazı grupları hatırlatmak için, ama en çok da benim gibi müzikleri seven, sevmiş insanlara ulaşabilmek ve benzer duyguları yaşamış insanlara birşeyler iletebilmek için yazı yazmaya başlamıştım. Son zamanlarda pek yorum gelmiyor olması, “izlenmiyorum” hissine kapılmama ve biraz demotive olmama neden oldu. Zaten hep birşeyleri yetiştirememekten, yetememekten şikayetçiyim; bari bu tamamen bana özel şeyi yürüteyim dedim. O nedenle bu ara nağmeyi yapmış olayım.

Ara nağme iyidir, iki kez nakarat tekrarından sonra, gitar solodan önce gelir ki, solo girdiğinde dinleyici olacaklara hazır olsun. Bazı parçalarda nakaratın da önüne geçebilmiştir. Blogum için de işe yarayacağına inanıyorum.

2009 yılının sonlarına yaklaşırken hala doksanlardan bu yana demek biraz garip gelmeye bile başladığından yeni on yıla geçmeden once doksanlarla ilgili başlıkların önemli bir kısmını bitirmeye karar verdim. 2000 li yılların ilk yarısı benim için eskiden beri sevegeldiğim grupları tekrar ve detayına kadar dinleyerek, yeni çıkardıkları albümleri izlemeye çalışarak geçmişti. Sonlarda ise daha eski kayıtları merak eder ve toplar oldum, tüm Neil Young albümlerini ezber yaptım mesela. Güncel müzikleri takip etmediğim için pek fazla kaybım olmadığını düşünüyordum ki, 2008 den itibaren fikrim biraz değişmeye başladı. Gerçek anlamda demode olmamak için, yeni bir onyıla girmeden bazı yolları yürümüş olmak istedim. Yılbaşına kadar yayınlanacak başlıkları belirlediğimden ve de istemek, başarmak için gerek ve yeter en önemli koşuldur diyerek aşağıya sıralıyorum:

Therapy? – Opal Mantra
Sonic Youth - Shoot
Pavement – Ann, Don’t Cry
Teenage Fanclub – Neil Jung
The Smiths – Cemetry Gates (Her an başlık değişebilir, "Still ill" de olabilir)
PJ Harvey – Plants and Rags
Dinasaur Jr – What else is new?
Saint Etienne – You’re in a bad way
Oasis – Live Forever
James – Lose Control
Del Amitri – Always The Last to Know
Gerry and the Pacemakers – You’ ll Never Walk Alone



2009 için olay budur. Benim açımdan çok yoğun ve hareketli bir yıl oluyor, bu başlıklarla da finişi güzel yaparız umarım. 2010 da ne olur bilmem mümkün değil. Önceki yazılar geleceklerin teminatıdır diyerek veda ediyorum. The Smiths ile görsel, Teenage Fanclub şarkısı ile de işitsel bır katkıda bulunmuş olalım. Yeni yazılarda buluşmak üzere...

Neil Jung- Teenage Fanclub

29 Haziran 2009 Pazartesi

Distant Sun - Crowded House

Distant Sun
Crowded House

Sabah işe doğru yürüyorum, gözlerim parlayan güneşle doldu, açamıyorum. Gece yatakta dönüp durmanın etkisiyle saçlarımın bir tarafı yatmamak üzere kalkmış. Gözlerim uyku mahmurluğuyla şişmiş. Güneş doğalı çok olmuş, bugün en uzun gündüz ve buralarda sadece 3 saat gece oluyor. Neredeyse bir taraftan derin denizleri andıran bir mavilikle batmışken, diğer taraftan parlement mavisi ile doğma eğilimindeydi sevgili yıldızımız dün gece. Sabah işe doğru yürüyorum, hurdalığın yanından geçerken dilimde bir yandan “Four Seasons In One Day” dolanmaktayken “Başımı yine riske ederdim” dizesi geçince “Neden ki? Kendini ne için riske ediyor acaba?” diye duruyorum. Ayakkabılarıma metal çapakları batmasın diye zigzaglar çiziyorum. Hurdalığa nezaret eden bekçiye hiç bakmıyorum, ne de olsa uyanamadım ve sinirliyim değil mi? Derken klibinde Michael Stripe’ ın sürekli yürürken şarkı söylediği “Man on the Moon” aklıma geliyor, çok severim ama sabah sabah gitmiyor diye zihnimde arkalara bir yerlere atıyorum. Güneş doğalı 5 saat oldu ama hala gölgelerin uzunluğunu farkediyorum. Bir anda 10 metre ötemden hışımla; gölgelerden bile uzun bacaklarıyla, kocaman gözleri ve siyah makyajıyla dikkat geçen Anna geçiyor, hızla soyunma odasına dalıyor. Adını dün öğrendim, haftaya ayrılıyormuş. Bunun üstünde duramayacak kadar uykusuzum ve işe geç kalmışım. Ama o sırada arabayla park yerine Anna kadar hışımlı giren birinin üstünde durmadan yapamayacağım. Park ettikten sonra arabadan inmiyor; yakınlaştıkça sesi duyabiliyorum, önce bam bam çalan pop ritmleri duyuluyor, sonra bunun Norveç’ in Eurovizyon’ u kazanan parçası olduğunu farkediyorum. Arkadaşım enerji toplamak ve psikolojisini yükseltmek için bangır bangır çalıp, araba koltuğunda ritmik bir şekilde zıplıyor. Sabah terapisi sonuçta, benim de Crowded House ile yapmaya çalıştığım buydu, sözlere takılmıyorum artık ben de, aynı anda hem aranağmeye hem de ofise dalıyorum. Sözler yağmur gibi damlıyor aklıma, şimdi gördüklerime selam veriyorum, erkeklerin ellerini sıkıyorum. Çay odasına gidip insanlarla geyik yaptım, 28 yaşında çocuklu dul kızlar bana bakmamaya özen göstererek anlattıklarıma güldüler. Artık işe başlamalıyım, yoğun bir gün olacak.

İnsan nefret ettiği sahneleri periyodik olarak yaşamak zorunda mı? “Seve seve” o hurdalığın yanından geçerek işe yürüdüğümde nerde yanlış yapıyorum diye düşünürüm. Tamamen farklı bir ortama ışınlanmak istediğim çok oldu o aydınlık sabahlarda: Beyaz tonlarla döşenmiş bir ofiste sabah çayımı karıştırıyorum, bir yandan zarif arkadaşlarımla sohbet ediyorum. Festivalde son gittiğim filmden ya da tatil için yaptığım planlardan bahsediyorum. Onların Küba’ da geçirdikleri güzel günleri dinliyorum; ya da Olimpos’ un nasıl değiştiğini ya da Kızıldeniz’ deki deniz canlı çeşitliliğini, Atlas okyanusundaki gelgitleri anlatırken onlar, Belvedir manzaralı odama gidip geliyorum. Askerde nasıl da garnizonu izinsiz terk edip Hasankeyf yaptığımı anımsıyorum. Başa çıkabileceğim kadar derdim var, basit sorunlarım da sürüncemede kalmıyor. Strafor bardakta çay içmeye razıyım, bir poğaça getirenimiz bile var, daha ne isteyelim. Basit standartların bile çok uzağında olduğumdan dünyayı gezme hayallerim artarak canlılığını koruyor. Güney Amerika gibi zor hedefler koymadım kendime, evet Machu Pichu treninde olmak istiyorum bir gün, ama daha sonra.


İşte bu sonu gelmeyen gezme hayallerimin de aklımda döndürüp durduğu bir marşım var tabii ki; o da yine Crowded House’ dan “Distant Sun”. Parçayı dünyayı keşfetme hayallerimin arka plan müziği yapmam aslında tamamen sözleri yanlış anlamamdan kaynaklanıyor ama olsun. Ne de olsa Yeni Zelanda’ lılardan benim ana dilimde parçalar yapmalarını beklemiyorum. Arada ikincil bir dil olduğundan Neil Finn ile tam olarak anlaşamamamız kaçınılmaz. Bunu enternasyonel iletişimin bir gerçeği olarak kabul eder geçerim. Yanlış anlaşılmalar komik oldukça da güler geçerim. Sonuçta muhabbetimize bakalım: Parçanın içinde geçen “Halen seyahat etmek için gencim” ifadesidir belki de beni yakalayan ve 1993 den beri onu dilime yapıştıran. Ancak itiraf ediyorum ben nakarat kısmını tamamen yanlış anlamıştım: Parçanın kahramanının yedi dünyanın çarpışmasını müteakkiben çok uzak bir güneşe kadar gidip yaşlanacağını zannetmiştim. Kabul edin ki masum ve güzel bir hata bu. Oysa ki Neil Finn arzularının şiddetini kontrol edemeyen aşkının hışmını anlatmak istiyormuş: Yedi dünyayı çarptırıp o vahşetiyle, uzak bir güneşin külleri herkesin üzerine yağacakmış meğersem. O yıllarda şimdiki kadar şiir okumuşluğum olsaydı belki – ufak bir şans ama - bu teşbihten payıma düşeni alabilirdim.

Ama ben küçük cahilliğim için de mutluydum, Neil’ in sözleri içinde küçük kısımları yapıştırıp dilime, tekrar edip durdum. Eşsiz bas armonisi, geri vokallerin yarattığı ambians, sıradışı aranağmeler, doksanların başında gruptaki yerini alan Mark Hart’ ın 12 telli akustik ile mükemmel uyum sağlayan parlak gitarları başka hiçbir pop grubunda olmayan bir tınıyı bizlere sunuyordu. “Fall At Your Feet” ile birlikte armoninin pik yaptığı en muhteşem Crowded House hitidir kanımca “Distant Sun”. Bu kalitede pop parçaları çok sık yapılmadığından kıymetini bilen bendeniz onlara hakkettiği saygıyı hep göstermişimdir; dinlemiş, dinletmişimdir ve bir türlü doyamamışımdır yıllarca. Keşke onlar mitoz bölünme ile çoğalıp etrafa müzik saçan nicelerini yetiştirebilselerdi. Bir James Blunt için iki onyıl beklemek zorunda kalmasaydık. Evet unutmadım çünkü ben hiçbirşeyi, o eşsiz Türk müziği parçasında söylendiği gibi, unutmak için sevmedim. Sevdiğim hiçbir şeyi de unutmadım, eğer unutmuşsam gerçekten sevmemişimdir diye düşünürüm. Hepsinin de adını anımsıyorum. Belki “Enter Sandman” i eskisi kadar dinlemiyorum ama o zaman için güzeldi, orada o güzelliği ile kalmaya devam edebilir, bir gün gelir tozlu rafından çıkar. Ama Crowded House gibi içimize işleyenlerin asla tozlanmasına izin vermemeliyiz. Evet işe gidiş güzergahımızı belki değiştiremiyoruz ama en azından bize kalan zamanlarda neler dinleyebileceğimizi seçebiliriz. En azından daha çok müzik terapisi yapabiliriz, herkese tavsiyemdir.

Bunun için zamanım yok demeyin ne olur. Hepinizi Pazar akşamları televizyonun karşısında hayal edebiliyorum. Dizi furyasına kaptırmamışsanız kendinizi, haftanın gollerini izleyebilmek için geç saatlere kadar beklerken birkaç kabadayı adamın işkembeden salladıkları yorumlardan da sıkılmışsanız; tahminimce reklamlar arasından fırsat buldukça, bol aksiyonlu bir gişe filmine bakmaya çalışıyorsunuz. Ertesi gün işte uykusuz olacağınızı bilmenin verdiği derin rahatsızlıkla hiç birşey yapamayarak oturmaktasınız. Televizyon izlemeyi bıraktığımdan beri Pazar akşamlarım daha mutlu. Şimdi kulaklıklarımı takıp, “Private Universe” ile ruhuma iyilik yapıyorum. Siz de en az benim kadar bu terapiyi hak ediyorsunuz, ve artık kendinize haksızlık yapmayın. Dünyayı turlamak için enerji biriktiriyorum, güç kulaklıklarımdan içime doluyor. Henüz çok uzağım Peru’ ya, ama Crowded House ile kendimi 98 oktan motivasyonla doldurdum. Pazar akşamı, ayaklarımı uzatmış penceremden dışarı bakıyorum, doğru zamanı bekliyorum sadece.

14 Nisan 2009 Salı

Little Wing - Jimi Hendrix

Little Wing
Jimi Hendrix

Hiç beklenmedik bir anda ve de son derece resmi bir şekilde en sevdiğim şarkının sorulması ile hayatımın belki de ilk kez, istekle bir ödev yapmış oldum. Rusça olarak en sevdiğim şarkının ne hakkında olduğunu anlatmam istenmişti. Gecenin bir yarısı uykum kaçtı. Sözlükler açıldı, bilmediğim, daha önce hiç kullanmadığım kelimeler, kiril harfleriyle yazıldı, cümle içinde kullanıldı, vesaire. Tabii bütün bunlar; o hangi muhteşem, o nasıl da bu kadar vurucu olabildiğine inanamadığım, o hayatım boyunca defalarca dinlemekten asla bıkmadığım, o her dinlediğimde de derinden etkilendiğim, o her defasında bir baş dönmesi ve girdap içinde hissettiğim ve hislendiğim ve aynı zamanda benim ruhumu ve hayat görüşümü en iyi yansıtan parçayı seçmek için harcadığım dört saatlik ev içinde gezinme, düşünme, parçaları bulup dinleme seansından sonra olmak zorundaydı. Neyse ki sonunda bacaklarım iflas etti, son bir gayretle ve yarım saatlik bir eforla Oasis’ den “Live Forever” hakkında 3 cümle yazabildim. "Live Forever" hakkındaki cümlelere ileriki yazılarda değinmek üzere, izninizle bugün, ödev yaparken, hayatım boyunca kişisel dinleme adedim bakımından rakipsiz olduğunu tespit ettiğim, “Little Wing” hakkında cümleler sıralamak istiyorum.





“Little Wing” belki de, müzik tarihinin en çok yorumlanan parçalarından biridir. Yazarı Jimi Hendrix insan olarak görülmediğinden olmalı, pek çok Adem oğlu onu yorumlayarak yerküreye indirmeye gayret etmiştir. Oysa mum çoktan sönmüştür ama mum yanmakta iken etrafını oldukça aydınlatmıştır zaten. Yapılan pek çok yorum, her ne kadar Steve Ray Vaughan gibi çok büyük olmuş ve geniş takdir toplamış müzisyenlere ait olsa da orjinaline saygı sunmaktan öteye gidememiştir. Ancak yine de Sting’ in her şarkısı birbirinden güzel 1988 albümü Nothing Like The Sun’ da ilk dinlediğimde onu – kopyalanmış bir kaset dinlediğimden parça ve bestecisi hakkında bilgim yoktu o zaman – albümdeki diğer parçalardan ve o zamana kadar dinlemiş olduğum tüm şarkılardan çok farklı olduğunu hissetmiştim. O zaman bilemezdim tabii Sting’ in yorumu orjinalindeki girişi içermiyordu. Onun yerine sözler iki kez tekrar edilmişti. Aradaki gitar solonun üstüne de Branford Marsalis’ ten nefis bir saksafon pasajı eklenmişti.

Orjinali ve Sting ‘ den yaptığım dinletiler yetmemiş olacak ki Skid Row, S.R.Vaughan, G3, Corrs, Clapton tarafından yapılmış bilimum yorumlarını defelarca dinledim. Şarkının kapanışındaki eşsiz soloyu farklı yorumculardan dinlemek pek bir eğlenceli gelmiş olacak ki yıllardır hiç sıkılmamışım. Ayrıca en beğendiğim gitaristlerden Mike McCready “Little Wing” in girişine benzeterek bir “Yellow Ledbetter” yazmıştı ki, tam Pearl Jam popularitesinin üzerine gelen bu kayıt, üniversite yıllarımda tam favorim olmuştu.

Bizim müzikten beklentimiz aslında neydi? Bizi uçurması, farklı alemlere taşıması, değil mi? Bunu Jimi’ nin gerçekçi ama bir o kadar da hayali kahramanı gerçekleştiriyordu. Sahibine istediği herşeyini veriyordu. O ne zaman üzgünse, yanında bitiyordu; elinde gümüş bir tepsiyle sadece natürmontlar değil cennet meyveleri sunuyordu. O insan değil huriydi adeta, kıvrımları farklı bir düzlemdeydi. Mutluluk saçıyordu, tüm yaraları iyi edecek bir hemşireydi, kafasına iliştirilmiş beyaz kepiyle pek bi güzeldi. Beyaz tülden kanatları vardı ve "9,5 hafta" şarkıları eşliğinde ters ışıkta şovlar sunuyordu. Sonradan gelecek anonsa yolcuları hazırlıyordu: Tüm yolcular yerine geçtiyse uçuşa hazırız. Mavi gözleriyle yolcuları süzüyordu, kulaklarımızdan gelen gitar sesleriyle anlıyorduk: Evet, işte blues böyle birşeydi. Johnny Winter’ dan Robert Cray’ e, John Mayall ‘ dan Gary Moore’ a hepsinin anlatmak istediği buydu: Zaman elimizdeydi ama çocuklar gibi gülüyorduk, aşıklar gibi yaşıyor ve gökgürültüsüyle akıyorduk. Ardından Neil Young’ ın mızıkasını hatırlayıp, o güçle mavi gözlü dilbere sesleniyorduk: İşte blues denilen şey bu olsa gerek.

Yine de Rusça hocasına, verdiği ödev için onu anlatmak oldukça zor gelmişti. Şarkı kelebekler ve zebralar hakkında değildi sonuçta. Mutluluk saçan ütopik bir sevgili hakkındaydıydı zannedersem. Binlerce sirk gülüşü ile özgürlüğe kavuşturan, yaralara merhem olan verici güzeldi Jimi’ ninki. Hayatta kaç kişiye nasip olmuştu ki? Sadece Jimi yazabilirdi bunu, insan değildi ki o. Ona gaipten sevgililer geliyordu belki de. Sarı yeşil yapraklarla başına taçlar konduruyordu, gözlerinde güneşle bir görünüp bir kayboluyordu. Onu bulutlar içine sokuyordu, mantarlarla kaplı ormalık bir alanda uykuya bırakıyordu. Bu kelebekler ve zebraların verebileceğinden çok daha fazlasıydı. Ama hayat bu kadar basit değildi, bu ütopik aşkın gerçekte karşılığı yoktu, dibe vurdukça onu kurtaracak kimsenin olmadığını farkettiğinde ise artık çok geçti.

Siz de artık çok geç olmadan rüyadan uyanın sevgili okurlarım. Uyanın! Bir tek aşk yoktur ki acıyla sona ermesin, bir tek aşk yoktuk ki naif kalbinizi yaralamasın, sizde iz bırakmayacak bir aşk yoktur. Başka şarkılara bakın; onları mutsuz aşktır kurtaran, her gitar melodisi hıçkırıkla beslenmektedir. Susun söylemeyin herşey ortada artık, sözleriniz ancak kanatır yarayı: Mutlu aşk yoktur. Keşke Jimi de bilseydi Aragon’ u. Yükselen güneşin ışıklarıyla aydınlanmış olurdu, acı sonundan uzaklaşmış olurdu. Ama nerden bilebilirdi ki kafası iyiyken nasıl farkına varabilirdi ki, dünyanın vahşiliklerle dolu olduğunu nasıl anlayabilirdi. Maalesef saf ve içten duygular raflara tozlanmak ve çürümek üzere müebbeten kaldırılmıştı.


Ne mutlu ki onun bütün bu vahşetten haberi yoktu. Onun “Benden ne istersen al” diyen sevgilisi vardı, bembeyaz aşkını gümbür gümbür haykıran. O duygularla 1969’ da woodstock’ da çalmıştı, büyülenmişçesine izlemişti herkes, çünkü o emprovize blues gitarını tanımlamaktadıydı. Gitar denilen enstrüman o güne kadar anlamını tam olarak bulamamıştı. Unutulmadı ondan sonra, efsane oldu. O günden sonra da değerini hiç yitirmedi, Bir kez “rocker” olan hep “rocker” dı artık; büyüye kaptırmıştı herkes kendini.

Günümüzde bazınlarınca demode ve kokuşmuş bulunsa da, gitar bir klasiktir. Jimi onu içimize kazıdı ve ruhumuzda yarattığı manik depresyon gözlerimize, yüreğimize, aşklarımıza yansıdı. Hep uçuk hayaller ve acılar içinde gidip geldik. Bu iniş çıkışlardan zevk almamızın sebebi doğamıza yakışmasıydı belki. Evet mutlu olmak istiyorduk ama mutlu olamayacak kadar sorgulayıcı ve doluyduk. “Little Wing” de tarif edilen sevgilinin bizi gelip kurtaracağını sandık, ama nafile. Gitar sololarının vediği güçle ancak akıntıya ve acıya karşı koyabildik, farklıydık, dağların arasından kıvrıla kıvrıla ve devinerek aktık, dalgaları karşılayan gemiler gibi, gövdelerimizle, karanlıkları yara yara çıktık, otuzlu yaşlarımızın aydınlığına. Ve bugün müteşekkiriz sana Jimi, hayatımıza sözlükte tanımlanan tüm duyguları kattığın için, bizi boşlukta kaybolmaktan kurtarıp elimizden tutup gitarınla yükselttiğin için ve her ne kadar ütopik de olsan varolduğun için, geçmişte kalsan da aklımıza kazıdıkların için. Yaşadığımız gezegenin duygusuz bir elektron bulutu olmadığını kanıtladığın için, bilim adına sana teşekkür ediyoruz. Yaradılışımıza bir ayna tuttun sen, sırf bu yüzden iste seni, asla ama asla unutmayacağız. Mekanın cennet olsun.

Bülent Tekin - Nisan 2009

15 Mart 2009 Pazar

Venus As a Boy - Björk

Venus As a Boy
Björk

Felsefe yapılmayacak yegane yer varsa, o da gece hayatının diplerindeki yerini sonuna kadar hakeden, yerleri bira çamuruyla kaplı, karanlık rock barlarıdır herhalde. Hele ki bu felsefi muhabbeti, kızıla boyanmış saçları ve bilimum yerindeki “piercing” leri ile dikkat çeken, Edirne kaşarından hallice olup, etraftaki hemcinslerinizden pek çoğunu sıradan geçirmiş bir ablaya yapmaya kalktıysanız, vay halinize. Karşınızdaki size ters ters bakıp suratını ekşittikçe, onu etkileyemiş olmanın verdiği özgüven kaybının yanına “Burada, hem de benim gibi biri, bu sürüngenle ne yapıyorum?” şeklinde kafanızda dönmeye başlayan bir hayal kırıklığı eklenir ki; o anda, oracıkta buharlaşıvermek istersiniz. Aslında o gürültülü mekanda, kızıl saçlarının arasından bağırmakta iken amacınız; içerideki bir kapıyı aralayabilmekten çok, kafanızı bulandıran parfümünün de etkisiyle başka hangi bölgelerde “piercing” yaptırmış olduğunu görebilmektir. Bunu önce kendinize itiraf etmelisiniz. Zamanı ve kıvamı geldiğinde bu ve benzeri planlarınızı herhangi bir başkasına da itiraf edebilmenizin zemini böylece oluşmaya başlar. Bir bakmışsınız kendinizle ve garipliklerinizle barışık, samimi bir insan oluvermişsiniz, bazıları da sizi olduğunuz gibi sevivermiş. İşte o bazılarına saklamalısınız nefesinizi. Kol kola girip sokakları arşınlamaktayken, ya da yaprakları çoktan ayaklarınızda olan ağaçlarıyla soğuk ve küçük, bir o kadar da sevimli parkınızdaki banklarda oturup, yan gözle kuğulara nazar etmekte iken döktürmeye başlayabilirsiniz.



Derken yanınıza çaycı geliverir. Yarım saattir içinizi burkmakta olan kokoreç tadını uzaklaştıracak çaycıya kurtarıcı gibi sarılırsınız. Girişimcilikte sınır tanımayan anadolu insanına saygı göndererek devam edelim: Kokoreç gibi özlemle, arzuyla sizi çeken, çalıp durduğunuz ama bir o kadar da içinizi burkan şarkılardan bahsetmek istiyorsanız, sizi dinleyen de varsa durmayın, devam edin. Tori Amos’ tan bahsedin, yürek dağlayışından. “Across the Universe” den, “Love Song” dan, “Perfect Day” den, “Asphalt World” den dem vurun. Vadide konumlanmış bir başka parka geçin, orada tepenizden geçip durmakta olan arabaları duymayacaksınız. Onun yerine dilinizin dönüp de anlatamayacağınız “Motorcycle Emptiness” in gitarları başlayacaktır kafanızda dönmeye. Birlikte müzik manyağı olacaksınız, bir odaya kapanıp çok sevdiğiniz bir sürü parçayı sırayla birbirinize dinletip duracaksınız. Bir duman ve baş dönmesi içinde kaybedeceksiniz kendinizi, onun içinde yeniden bulmak üzere bir dönem için tamamen yok olacaksınız hep his olarak uzakta durmuş olduğunuz gerçeklik gezegeninden.

Birisi gelip bizi keşfedinceye kadar bir yerlerde harman olup duruyoruz aslında. Olmadık olaylarla, insanlarla haşır neşir oluyoruz. Bazılarımız buna tahammül edemiyor, etrafına bir kabuk örüyor. Evini üstünde taşıyan kaplumbağa misali, onun ağırlığı ile yaşlanıyor. Bazılarımız 36 yaşına kadar geliyor, birisi gelip duvarlarını yıkmadan içindeki güzelliği dışarı bırakamıyor. Daha doğrusu bu güzelliğin farkında değiliz aslında. Bunu ancak o özel kişi keşfedebilir, onun elinde sayısız büyülere sahip asasıyla geleceği güne kadar bizler güneş görmeyen, suzuz bir menekşe kadar solgunuzdur aslında. O bazen parmaklarını kullanır, bazen de sözlerini. Kılıcını havaya kaldırır ve birden yıldırımlar çakmaya başlar. Aslında o gücünu bizden almaktadır. İster sonsuz Asya’ nın merkezinde, Sibirya’ da olalım, ister gençlik kanatlarıyla Afrika’ ya kadar gitmiş olalım, ya da Amerika uydusu zavallı ülkemizde çaresizce oturalım, ona o gücü verelim. Aşk hayatımız öncekini hafızalarımızdan kazıyıp atacaktır. Ve günler geçtikte biz şehirdeki gürültüleri uzaktan dinler olacağız, yalnız kalabalıklara uzaktan bakacağız, aşkın tenimizi kavuran güneşine oturarak, zavallı geçmiş halimizi acı bir tebessüm ile izleyeceğiz.
Güzelliğin göreceli oldu hakkındaki anlamsız söylemi hiç duymamış olalım ve bardağın dolu tarafına bakalım. Gizlediğimiz, ortaya çıkmak için fırsat kollayan, küçük bir aralık bulsa aradan kendini gösterecek, uygun ortam ve insanlar için yanıp tutuşan bir potansiyelimiz var. Standartlaşmış, hatta kalıplaşmış toplum kurallarına uygun olmayacağından korktuğumuzdan ve etrafımızı çevreleyen sıkıcı insanlara gore “normal” kabul edilemeyeceğinden saklamayı sürdürüyoruz onu. Cezalandırıyoruz aslında kendimizi, güzelliğimizi hapsedip, onu iğrenç bir sürüngenmiş gibi eziyoruz. Aç bırakıyoruz aslında ruhumuzu, bir tutam mutluluğu fazla görüyoruz kendimize. Tıpkı acı çayımıza bir kaşık şeker atmaya cesaret edememek gibi bir basiretsizlik bu. Ancak o ruh eşimiz kabuğumuzu kırabiliyor. Aslında bazen onun için de çok kolay değil, cetin ceviziz çünkü. Deneyler, keşifler yapıyor; zorluyor, kurcalıyor, pes etmeden irdeliyor, derinlerdeki spiralin en diplerine iniyor; karanlık, ıslak, her tarafı garip bir kokuyla kaplı ve ziyaretçisine korku salacak kadar berbat bir yerden bulup çıkarıyor madeni. Toplum öylesine bastırmış ki benliğimizi, kendimizi keşfetmek için çabamızı bile köreltmiş. Halbuki bilgilerin en büyüğüdür kişinin kendisi hakkında bildiği. Bazen itiraf etmekte zorlanmamızın, kendimizle alay edemeyişimizin, garipliklerimizle barışamamızın, onları büyütüp, süsleyip vitrine koyamayışımızın nedeni budur.


Yukarıda anlatılanlar kafanızı karıştırıyorsa Björk’ un artık oldukça yaşlanmış olan, “Venus As A Boy” unu dinleyin geçin. Çünkü şarkıda bahsedilen kişi güzelliğe inanıyordu, ben de inanıyordum – hala da inanıyorum ya – o zamanlar. Bu inancımdı bana, o kızıl saçlarının arasından, pahalı parfümünün kokusununun etkisiyle “bir fena” olmama rağmen, “Sen güzelliğe inanır mısın?” diye başlayan cümleler kurmaya yetecek gücü veren. Kendimi komik duruma düşüreceğimden hiç korkmadım, yanlışı sürekli kendimde arayıp egomu bastırmanın da bir sonu olmalı değil mi? Aslında o kalabalıkta aradığımız, yağmurlara hasret çöller gibi arzuladığımız egomuza iyi gelecek biraz ilgiydi sadece. Delicesine peşinde koştuğumuz buydu, kendimize güvenmek bizi mutlu edecekti. Blur’ ün “Charmless Man” inde tarif edilen adam olmadığımıza – ya da ona dönüşmekte olmadığımıza – dair ufak bir işaret bize yeterdi. İçimizdeki Venüs belki kendiliğinden çıkıverdirdi böylece. Karanlık sokaklarda çıplak ayakla koşacak kadar deliyiz, her gördüğümüz duvara bir graffiti şaheseri boyayacak kadar da yetenekliyiz. Sadece farkında değiliz.

4 Şubat 2009 Çarşamba

Lifeguard Sleeping, Girl Drowning - Morrissey

Lifeguard Sleeping, Girl Drowning
Morrissey

“Lifeguard Sleeping, Girl Drowning” adlı görkemli kayıt, Morrissey’in Vauxall and I adlı en ağır ve tartışmasız en üst düzey albümünde yer alır. Çok sevdiğimiz çarpıcı, psikolojik bir filmin kapanış müziği olabilir gibi hissederim her dinlediğimde. Siyah bir ekran belirip yazılar yukarı doğru akmaya başladığında duymaya başlarım klarnetle açılan girişini. Sessizliğe ve dinginliğe davet even “Sshhh” sesleri anlatmaktadır adeta fırtınanın (diğer bir deyişle fırtınalı bir yaşamın ya da hayatımızdaki fırtınalı bir dönemin) sona erişini. Fısıltıyla devam eden, telaştan çok çok uzaktaki sözleri ile huzurlu bir uykuya davet etmekdir. Bu yönüyle cenazede çalınabilecek bir parça olduğunu da düşünürüm zaman zaman.

Ancak insanlar genelde cenazelerinde “Stairway to Heaven” gibi cennete gitme hayalini körükleyecek ya da Pink Floyd’ dan epik bir şarkı tercih ederler genelde. Hayatlarına ve hayattaki kişiliklerine değer verilmemiş de olsa, ölünce bir kahramanmış gibi anılma özlemi yaygındır. Çoğunluk kendi yaşamının önemini fazlasıyla dramatize etmek istiyor. Ama siz, şu an bu yazıyı okumakta olmanızdan yola çıkarak söyleyebilirim ki, farklı olmalısınız. Onca angarya işinizin ve hayal kırıklıklarınızın arasında az da olsa neşe ve saf umut serpiştirmişsiniz. Öylesine ve yerleşmeden yaşamıyorsunuz. Sizin için her anın, arkadaşlarınızla olduğunuz her akşamın, sevgililerinizle geçirdiğiniz duygusal ve sevgi dolu zamanın son derece kıymetli olduğuna inanıyorum. Özlemleriniz, kimi toplumun genelince kabul görmeyecek ya da yüksek sesle ifade etmeye utanacak da olsanız, arzularınız var sizin. Planlarınız var, dünyayı, en azından sizden çok uzak olmayan kısmını keşfetmek istiyorsunuz. Ve tahmin ediyorum ki hayal ediyorsunuz, dünyanın daha yaşanabilir, insanların daha az saldırgan, en azından yakın çevrenizdeki kısmının daha duyarlı ve farkında olduğunu. Yine inanıyorum ki, öyle popo üzerinde oturup, bayat edilgenliğiniz ile barışık bir şekilde, uyuşturulmuş, alık, zavallı güruh için yapılmış televizyon programlarını izlemiyorsunuz. Onun yerine mezarınız başında çalınacak parçayı seçmek üzere Teenage Fanclub ya da The Smiths plaklarınızı karıştırabilirsiniz mesela. Daha yaşamsal bir aktivite olacaktır, öyle ki ölümünden sonraki bir aktiviteyi dahi planlayan kişinin yaşamının ve çevresinin kontrolüne açıkça sahip olduğunu söyleyebilirim. O kişi yaşam denilen sayılı günün kıymetini de bilecek, iş arası yaşamak yerine, yaşamak için çalışacaktır. Ve bilincinde olacaktır, televizyonun başında uyuklayanlar asında yaşamakla değil ölmekle uğraşmaktadırlar.


“Lifeguard Sleeping, Girl Drowning” ölümle ile ilgili felsefi bir açılım içermiyor tabii ki. -Yaşam ve ölüm hakkında yapılmış en irdeleyici eser kanımca, başroldeki sovalyenin ölümle satranç oynadığı Bergman’ ın Yedinci Mühür filmidir.- Hatta beni çok tanımayıp da cenazemde bu parçayı duyanlar niyazi olduğumu bile düşünebilir. Ancak parçanın uzun ara pasajları arasında öylesine içten gitar dokunuşları ve huzur verici klarnet dalgaları vardır ki, aralarından süzülen o ses, zaman zaman fısıldar, zaman zaman ağlar acıyla ve parçanın sonunda gelindiğinde yüklesen ekolu gitarlar ve arkada duyulan konuşmalara eşlik etmekte olan arp sesleri bende öyle bir duygu uyandırır ki, sanki Morrissey’ in grubu yaşam ve onu satrançta yenecek olan ölüm arasında bir anı bizlere ayırıvermektedir. O anda devasa, görkemli bir geçit açılmaktadır, orda bir an durabilirsiniz ve yaşamış ve yapmış olduklarınızı düşünürsünüz. (Albümü edinmiş ve bu parçayı defalarca dinlediğiniz halde benim duymuş olduklarımı hiç hissetmemiş olabilirsiniz. Şimdi gidip tekrar dinlediğinizde de duymuyorsunuzdur belki. Sizin, bir başkasının ve benim aynı şeyleri duyma kabiliyetimiz olamayacağını zaten biliyorum. Tek ümidim sizin de eşdeğer şekilde ateşinizi yükselten parçalar olmuş olması, müzik dinleyip hayaller kurmuş olmanız, o kadar.) Cenazenin sahibi olarak parça çalınırken duyamayacağımdan, arkadaşlarımın, ailemin görüşü daha önemli aslında. Ne de olsa bir sürü tantanayla ve hatta cenazede müzik çalınmasını ayıplayacak insanlarla uğraşmak zorunda kalacaklar. Peki eseri bir cenazede çalınan Morrissey ne düşünecek? Davet edilse gelir mi? Hayatta en acı şeyin sevgisiz kalmak olduğuna tekrar inanacak mı acaba? Gelse ona soracağım çok şey olurdu, 15 yıllık müzikal birlikteliğimizin ardından eleştirilerimi de esirgemezdim.


“Certain People I Know”, “Satan Rejected My Soul” gibi espirili, nükteli parçalarını ne kadar sevdiğimi anlatırdım ona, zekice yazılmış ve düzenlenmiş parçalar yerine kuru gürültüye terk ettiği için müziği, kızardım: “50 yaşından sonra patlayan davullar ve cazırdayan baslara ne gerek vardı be abicim. Bırak Franz Ferdinand asılsın pedallara, gençlik eğlensin, hoplasın dursun; senin hem elit hem avam olabilen sıradışı müzikaliten nereye gitti, farkın nerde kaldı yahu.” Beni dinler miydi bilemiyorum ama devam ederdim; “Yeni grubun müzik ekibinden çok gangbang takımı sanki, produksiyon ekibin şiddet dolu, sen de “tek ihtiyacın benim” diyerek gaz veriyorsun onlara, o şarkıyı hiç yapmamış olmanı dilerdim, yakışmadı sana. Bir acelen mi, sıkıntın mı var? Gençliğimde yapamadım, yaşım geçmeden son bir sallayıp yuvarlayım mı diyorsun? Bu ne çığlık, bu nasıl bir agresif müziktir. Tüm bunlar bana oldukça garip hatta sapıkça geliyor, ne kadar az ve seçkin insan “Life is A Pigsty”, “Everyday Is Like Sunday”, “He Cried”, “I Have Forgiven Jesus” gibi şaheserler yazabilme yeteneği ile donatılmıştır halbuki.”


Ölüme bu kadar yakınken aklıma bunlar gelir miydi bilmiyorum ama bunca muhteşem kayıt yapmış biri olmasına rağmen, sevenlerinin eleştirilerine de değer verdiğini biliyorum. Ancak 2004 yılından sonra artan popülerite sanırım herkesi biraz yanılttı. Halbuki o zaten doksanlarda da muhteşem albümler yapmaktaydı. Sadece az sattığı için Maladjusted albümüne bu kadar kötü yorum yapıldığına inanırım, oysa bence yıllardır Moz dinleyenleri bile şaşırtabilecek sürprizlerle dolu, son notasına kadar gücünü yitirmeyen zekice yazılmış, insan doğasına ayna tutabilen, çarpıcı gitar melodileriyle yüklü bir albümdür. Neyse ki artan popülaritenin bir eseri olarak 2006 yılında onu İstanbul’ da görebildik, orada 4 metre uzağımdaydı ama, beni duyamayacak kadar meşguldü. Duyabilse yukardakileri eleştirileri değil, sadece teşekkürlerimi sunardım ona, dilime dolandırdığı onca şarkı yaptığı için değil sadece, cesurca hissettiklerini seslendirdiği için, yeri geldikçe zülfiyare dokundurduğu için, smiths sonrası bütün albümlerinde, iniş çıkışlara rağmen emekliliğe göz kırpan, burnu büyük sözüm ona yazar-şarkıcılar gibi olmayıp; içimiz baymak yerine, zarif melodilerle örülü bir gitar müziği yaptığı için. Aslında ben o konserde kalabalıkla birlikte “Hayatta normal diye birşey yoktur!” diye bağırmakta iken bir süredir patlak olan dalağımla ölüme çok yakınmışım da haberim yokmuş. Konserden bir hafta sonra bir türlü geçmeyen sızılar dayanılmaz ağrılara dönüşünce, ölümden dönmüş olduğumu farketmiş oldum.

Sıradaki konsere beş aydan az süre kalmışken, sahnenin en önündeki yerimi sağlıklı olarak almak için dua ediyorum. Yeni album sonrası turnelerde çok fazla eski parça olmayacağını tahmin ediyorum konser listesinde. “Lifeguard Sleeping, Girl Drowning” kesinlikle olmayacak, biz onu özellikle müzikçalarımıza sürükleyip ister cenazede, ister gözlerimizi kapattığımızda bizi götürdüğü herhangi bir yerde dinlemeyi, garip hayaller kurmayı sürdüreceğiz. Müziğin nasıl bu kadar anlamlı olabileceğine inanamayıp zaman zaman, sahip olduğu büyüye hayranlıkla eşlik ederek, Morrissey abimize yeniden böyle parçalar yapması için dilekte bulunacağız.