5 Şubat 2018 Pazartesi

Commodore 64

Herkes ne müzik istiyorsa dinlesin derim ama kendi bakış açıma da sahibim. Nahoş bir şey duyduğumda söylerim. Aşağıdaki yorumlar şahsi hislerim, eminim çoğunluk farklı düşünüyordur. Müzisyenlerin emeklerine, onları sevenlere saygım baki. Boş ver diyorum ama gönlüm razı değil. Şarkılar ingilizce olduğundan hikaye de öyle:

Something sensational happened last Saturday night. I was home enjoying the post-ride rest of the week. I had a call from a younger ex-colleague, asking to accompany a beer. Not rejectable. Then, the younger ones went for a coffee, I departed to use the opportunity to see some live music. I went to the venue called Small pub which deserves the title. I sat and instantly the band started to play. I thought I would have fun with 80's pop, apparently I couldn't. The second song was the most popular from Belinda Carlisle which I always found very childish. Older funk based pop songs followed like "Part time lover". I have never been a fan of this music, only childhood memories. The sexist ugly song selection included "Daddy Cool" and even Samantha Fox's "Touch me". Totally unbearable. I could hardly keep my stomach in a single piece. Nobody seemed to be having entertained to me, eh that was a relief.

But in the end the worst possibility took place. They started to play "Beat It" which I recently remembered the story behind it and enjoyed 20 sec Van Halen guitar solo. When the time came to play the solo; suddenly the funky, sexist disco band turned into a fascist heavy metal group started to play the riff from Iron Maiden's "The Trooper". Come on!!!! The Trooper is a song about Crimean War from the English perspective. I especially hate the song since it heroizes death on battlefield. I felt a personal threat hearing this in a small pub in Eskişehir. It took me 2 minutes to leave.



Those guys in the band looked quite talented musicians to me. I hope they come to their senses selecting a better playlist soon. Otherwise I' m sure they will be deleted from this small Turkish town music scene. Hey guys! Maybe you don't know 80's well, Atari sucked big time. If you decide to change, try Commodore 64 :)

22 Aralık 2013 Pazar

On The Beach - Neil Young


Geçmişte bir hayatım olduğunu pek sanmıyorum. Hepimiz bana göre dünyaya bir kez geliyoruz. Burada da sınırlı süre misafir oluyoruz. O nedenle günlerin kıymetini bilmekten yanayım. Olabildiğince yaşamak isterim, özgürce, keşfederek, tadını çıkararak, acele etmeden, hissederek geçirmek isterim. Bilincimin güçlü kalmasını hedeflemem de bu yüzdendir. Acı da olsa, kalbimi çarptıracak cinsten de olsa anılarımın canlı olması güzeldir, beni ben yapar.

Geçmişte yaşamamış olsam da şu kısa hayatımda değişik yerlerde yaşadım. Yıllar önce yaşadığım ve artık gitmediğim o kadar çok yer var ki. Bunu bir mutluluk kaynağı olarak görürüm. Çoğu kimsenin aklına bile gelemeyecek yerlerde yaşadım. İşim nedeniyle bazı uzak yerlere seyahat ettiğim de oldu. Bakü' deki hayat ve insanlar hakkında fikrim var örneğin. Kitaplardan öğrenemeyeceğiniz bilgiler edindim bu seyahatlerde. Farklı milletlerden insanlar tanıdım. İnsana insan olduğu için değer vermenin bir erdem değil, insan olmanın bir gereği olduğuna kanaat getirdim.

Mutlaka geçmişte yaşamış, ve ben doğmadan ölmüş, birinin yerinde olmak isteseydim Jimi Hendrix olmak isterdim. Kitleleri etkilemiş olmak, dünya kültür mirasına katkı yapıp, pek çok eser bırakmış bir efsane olmak için Jimi' nin pek uğraştığını sanmıyorum. Pratik yapmıştır gitarıyla ama işte o kadar. Özel bazı yeteneklerinin olduğu da kesin. Şansı da yaver gitmiş olmalı. Beste yapıp plak yapma ayrıcalığına sahip olsaydım, ondan bahseden bir şarkım olurdu. Çok sevdiğim "Little Wing" ine benzetirdim.

Neil Young da "Ambulance Blues" da akustiğin Jimi' si diye tanımladığı Bert Jansch' a gönderme yapıyor. Farkında olmadan onun bir şarkısına benzetmiş. "Ambulance Blues" hippi alt kültürünün önemli yapıtlarından biri. İyi ki On the Beach' in kapanışında diyorum, tüm albümü dinledikten sonra son şarkıyı en az birkaç kez tekrar etmeden bırakamıyorum.

Yakın dostlarım ve beni tanıyanlar Neil Young' a hayranlığımı bilir. Müziğe ulaşımın daha kısıtlı olduğu doksanlarda başlayan bir bağımlılık benimkisi. 2005' den sonra takıntım güçlendi. Öyle ki sonu gelmeyen gitar sololarla dolu bazı uzun şarkıları bitmeden arabadan inmediğimi bilirim. On dakikalık şarkıları hiç değişmeyen bir ritmle ilginç kılabilmek özel sanatçıların işidir. Bir süre sonra tüm albümlerini teker teker dinlemeye başladım, ilklerden başlayarak. Defalarca tekrar ederek, sözleri okuyup anlayarak, sosyo-kültürel referanslarına ulaşarak ve onlar hakkında da okuyarak anlamaya ve bu sayede daha çok zevk almaya başladım.

İlk önce Buffalo Springfield ve CSNY' nin altmışlardaki kayıtlarına takıldım. İlk Neil Young albümleri müziğin en güzel olduğu bir dönemde yapılmış olmanın nimetlerinden yararlanmış. İlk dört albüm Young' a hakettiği bir ün kazandırmış. Bugün o kadar çok anımsanmasa da, popüler medyada yer bulmasa da, üzerinden yüz yıl geçse bile dinleneceklerine inanıyorum. On The Beach ise zamanında sert prodüksiyonu nedeniyle, hayranlarda şok etkisi yaratmış, ancak değeri sonra anlaşılmış. Hatta albümün plak kopyası en aranılan Young kayıtlarından olmuş bir dönem. Benim de Özellikle "Revolution Blues" ve "Vampire Blues" favorilerim oldu, en uzun soluklu dinlediğim albümlerinden biri. Belki onu tanımayanlar için ağır temposu nedeniyle sıkıcı gelebilir ama onlar bile üç dinletinin ardından hastası olurlar.

Jimi gibi Young' un da efsane olmak gibi bir çabası olmamıştır. On The Beach gibi nice eserler vermiştir. O sadece içinden geldiği gibi besteleri sıralamıştır, bütün duygusuyla söylemiştir, soloları atmış, iliklerimize kadar ulaşmıştır. O sadece müzik yapmış ve takdiri bizlere bırakmıştır. Country, blues, rock, hard rock ve hatta grundge' a benzetebilirsiniz onu. Bu kadar uzun bir kariyerde farklı yönlere sapmalar, denemeler elbette olacak. Ama mesele efsane olmak ve efsane kalabilmek, hem de müzik dışında popüler medya aletlerini de görmezden gelerek. İşte Neil Young böyle biri...

Chinatown - The Be Good Tanyas

Sabah çalan saatle uyandım. Bütün bir haftanın yorgunluğuna aldırmadan Cumartesi sabah uyanabilmem için yeterli motivasyonum vardı. Hızlıca giyindim, çünkü ne giyeceğime karar vermek zaten zaman kaybettirmişti. Ne de olsa -6 derecelik sabah ayazında spor yapmak için tek bir doğru kıyafet olamazdı. Kat kat giyinmeliydim, ama terlemeyecek kadar olmalıydı. Fazla geldiğinde de açabileceğim fermuarları olan, çıkarabileceğim polar gibi şeyleri lahana gibi giydim.

Arabama binip, trafiğe takılmadan Kent Ormanı denilen, Seyitgazi yolundaki parka ulaştım. Sabahları hiç de azımsanmayacak sporcu oluyor. Ben de aslında, bu etkinliği geleneksel olarak yapan bir ekibe katılarak başlamıştım. Şimdi hemen hemen her Cumartesi sabah buradayım. Ekip en çok 5 kişi oldu. Bir kez tek başıma da yürüdüm. Tüm hava koşullarında bulundum orada. Yağmur, kar demedim. Edilgenliğe karşı silahlarımdan biriydi spor. Heyecanlı, maceralı, daha uzun zamanlı yürüyüşlere zaman ayıramadığım için evden ayrı tek yaptığım etkinlik haline geldi son zamanlarda.

Bu etkinliğin tek güzel tarafı arkadaşlarla sohbet etme fırsatını da sunuyor olması. Neler konuşulmuyor ki o dağ başında? Bazen karşı yönden gelen sporcular bize şaşırarak bakıyor. Onlara günaydın demek için muhabbete ara vermek gerekiyor bazen. Özellikle biraz özel ya da siyasi bir konuysa, kısa bir sessizlik oluyor. Bir de performans yokuşunda nefesler kesildiği için konuşmalara ara veriyoruz. Tepeye varıp aşağıya baktığımda bütün Eskişehir' i görebiliyorum genelde; ama bugün şehrin üzerine öyle bir sis çökmüş ki gri bir bulut oluşturuyor tüm manzarayı. Geçen hafta da siyah bir duman kütlesinden maviye geçen bir dokuydu izlediğimiz. Hava kirliliğinin vahim sonucu maalesef.

Böyle doğal yürüyüşlere genelde country tarzı müzik eşlik eder. Özellikle son zamanlarda "Breaking Bad" dizisi sayesinde keşfettiğim, Kanadalı The Be Good Tanyas güncel ruh halime pek uydu doğrusu. Sıcacık bir kurabiye tadı bırakıyor onların müziği. Folk müziğin yumuşak dokunuşları ile dolu bir albüm Chinatown. Pek çok klasik country baladının ağırca ve sakince yorumunu barındırıyor. "House of the Rising Sun" alıştığımız Animals yorumunun çok uzağında. Akustik gitar ve banjo eşliğinde meleksi bayan vokaller çınlanıyor 14 şarkı boyunca. Dikey baslar ve fırçalı davullar geri planda tıngırdamayı gönüllüce tercih etmişler. Albümü keşfetmeme sebep olan "Waiting Around To Die" en karamsar şarkılardan biri. Genellikle eğlenceli klasik country tarzı hakim.

Böyle klasik bir tarz, bilinen enstrümanlar, sade bir sound hatta bilinen şarkılar ile bir grup nasıl orijinal olabilir diye düşünebilirsiniz. İşte burada müzikalite ve yorum ile dinleyiciye geçirilen duygu devreye giriyor. Dünyanın öbür ucundan seslenen, hem yerel hem uluslar arası olabilen bu duygulardır. İster kulaklığınızı takın doğa yürüyüşünüze  katılsın, ister melankolik Pazar akşamlarınıza eşlik etsin. Duyguların gücü aynı şekilde hissedilir. Nereye gitsek yanımızdadır. Fairground Attraction' dan beri bu böyledir. Zaz' ın yaptığı da böyle bir duygu transferidir. Cumartesi sabah yürüyüşlerinde, akşam hoşsohbet arkadaşlarla bir barın etrafında sözlerle yaptığımız da budur. Aradığımız mutluluk ancak paylaşıldığında gerçek olacaktır.

18 Aralık 2013 Çarşamba

Show Your Bones - Yeah Yeah Yeahs

Bekledi bekledi, bir türlü gelmiyordu valizler. Konveyörün çıkışında gelen her valize bir umutla bakıyordu ama her çıkan başka valizde, keşke valizleri Atina' da alıp kendi elimizle verseydik uçağa diyordu. Kandiye, ne de olsa merkezi şehirleşmeden oldukça uzak bir yerdi. Bütün güzel tatil yerleri gibi biraz uzaktaydı. Gelince valizler yüreğine su serpileceğini sandıysanız yanıldınız çünkü kiralık arabada da problem çıkacaktı. Ama en nihayetinde Moskova' dan, Köln' den ve İstanbul' dan yola çıkan 3 aile Girit' te buluşmuştu. Dokuz kişilik arabaya üç adet çocuk koltuğu bağlandıktan sonra, Yarapetra' ya doğru yola koyuldular tekrar.

Avrupa birliği çalışıp, parayı dökmüş Yunanistan yollarına. Ancak Yarapetra yolun sonu değildi. Orada birisine yol sordu, Anatoli köyüne nasıl gideriz diye? Akıcı bir incilizce ile cevap alınca şaşırmıştı. 12 km yol uzadı da uzadı. akşam bastırmıştı, tepelere kıvrılmaya başladı yol. Vardıklarında kiraladıkları eve, gökyüzüne baktılar. Denizi, mehtabı ve yıldızları görünce bütün yorgunlukları gitmişti.

Anatoli, Girit' in en merkezi yeri değildi. Yine de her gün çoluk çocuk arabaya doluştular. Adanın doğusunu komple dolaştılar. Allah cömert davranmış Girit' e. Palmiye plajından, tırmanış yapılan kayalara, enfes kumsallardan, rengarenk küçük köylere, hatta kültür akan yokuşlu, limanlı şehirlere kadar turizm adına her şey var. Deniz ürünleri o kadar ucuz ve lezzetli ki, her gün balık, kalamar yeseler yeridir. Zeytinyağlı sebzeler, otlar, mezeler en güzel Napolyon restoran' da tadılıyordu. Havada bulut yok. Millet de bir kebab ki sormayın, sabahtan akşama kadar kahvede tavla oynuyorlar. Tanıştıkları herkes bizimkiler gibi mübadele anılarına sahip. Kime sorsalar ya Kuşadası diyor, ya İzmir.

Huylu huyundan vazgeçmiyor, her tatil için bir yol CD' si hazırlayan kahramanımız, bu kadar gezince tek CD yaptığına pişman oldu. Her zamanki favoriler, Pixies' den ve yeni çıkan Morrissey albümünden ve solo Brett Anderson' dan parçalar vardı ama araya yeni keşifler de serpiştirmişti, Yeah Yeah Yeahs gibi.

Show Your Bones onların ikinci albümü. İlk albümlerinden "Maps" ile bendeniz dahil pek çok indie severin kalbini çalmışlardı. Bu albümde de kendilerinden bekleneni sağlıyor grup, ancak o kadar. Gençliği gaza getirip, bolca zıplatacak, slogan şarkılar ile başlıyor albüm. Yeterince dans ritmine sahip olmadıklarından, ya da kaba gürültüyü tercih ettiklerinden ya da Garbage' a o kadar da çok benzetilmemek için olacak, tekdüze bir ses ortaya çıkmış. Ancak yine de "Phenomena" ve "Cheated Hearts" gibi post-punk'a özendikleri parçalar dikkat çekmeyi başarıyor. Allahtan post punk' ın yeniden uyandığını düşündüren gruplar türedi de son zamanlarda, alemde yalnız kalmıyorlar. Besteler basit ve akılda kalıcı. Ritmin aniden değiştiği birden fazla kısmı içeren eğlenceli besteler sayesinde albüm dinlenebiliyor.

2000' li yıllardaki çoğu grupta devamlılık sorunu olduğunu düşünürsek, üç yılda bir ele avuca sığmaz besteler ile karşımıza çıkmaları takdire şayan. Ancak keşke prodüksiyon biraz daha geri planı güçlü ve de süslü olsaydı. Bu haliyle lise çağına hitap ediyorlar maalesef. Grubun dinamosu, karizmatik solist, "kötü kız" Karen O' nun sesini öne çıkartacak bir prodüksiyon da tercih edilebilirdi. -  Arıza seviyorum, sır değil. -  Ama o da yok maalesef. "The Sweets" gibi doğrudan marş olabilecek bir şarkı, neredeyse tek enstrüman oymuş gibi doğallıktan çok uzak bir davul sesi ile harcanıp gitmiş. İkinci kısımda patlayan pedallar ise maalesef beklenen heyecanı veremiyor.

Özetle, Yeah Yeah Yeahs 2000-2010 arasının, yani bana göre pop müziğin en zayıf döneminin dikkat çekici bir grubu. Ama onlarla tanışmak için diğer albümlerine kulak versek yerinde olacak. Bundan sonraki yol CD' lerine onlardan bir iki parça atarız belki, kim bilir?

17 Aralık 2013 Salı

It's My Life - Talk Talk

Geçenlerde psikoloğa gittik eşimle birlikte. Orada ailemden ve çocukluğumdan şöyle bir bahsettim, psikolog bana mutlaka terapi almamı önerdi. O kadar çok garip bir ailem ve çocuk hayatım var ki, şu anda mutlu olsam da her şey yolunda gibi olsa da, geçmiş olsa da her şey, delip de geçermiş.

Genellikle terapi olarak müzik, filmler, arkadaşlarla geyik yapma, içme gibi faaliyetleri tercih etsem de, aklımın bir köşesine yerleşti. O kadar çok kötü anım var ki, çoğunu bir daha hatırlamamak üzere silmişim. Belki psikanaliz açığa çıkarır, bilemiyorum. Ama şimdi buraya yazacak kadar ayrıntılı hatırlayabileceksem, o kadar da kötü değil demek ki. Deneyelim bakalım.

Babam o gün, işten sonra manava uğrayıp devasa bir karpuzla eve gelmişti. Ortaokulda olmalıyım. Erzincan' da lojmanda oturuyoruz o zaman. Lojman şehrin biraz dışında. Bütün gün polo tipi bisikletimle lojmanın bahçesini turluyorum; dışarı çıkmamıza izin yok. Ara sıra betondan zeminde futbol da oynuyoruz. Öyle sert ki rüzgar bazen, kaleden kaleye gol atmak oldukça kolay oluyor. Bulunduğumuz mahallede yollar toprak, çakıl. Etrafta ağaç yok, bozkır. Dağlar çıplak, karlı olmadıkları zamanlarda. Her gün gibi bir gündü. Babam gelince yardım etmek için gelmiştim, yanımda bir arkadaş da var. Dev gibi karpuzu, kapıyı açarken babam bana tutayım diye verdi ama emimden kayıverdi. Babam bunun için birden çıkışmasın mı? Şaşırdınız mı? Ben hiç şaşırmadım aslında. Çünkü o dönem babam olur olmaz her şeye kızardı. Hatta kızmadığı şeylerin sayısı oldukça azdı diyebilirim. Ajansta her akşam çıkan Özal' a kızardı. Bardağı yanlış yere koyan anneme kızardı. Yorganın altından Dallas' ı izlemeye çalışan kardeşimle bana kızardı. Yobaz, çalışmayan, bütün gün başkalarının odasında çay içip duran hakimlere kızardı. Yani o kadar büyütecek bir şey yoktu. Arkadaşımın yanında gurur gösterisi yapmak istedim herhalde. O kadar tiyatro yaptım ki, herkes çok üzüldüğümü düşündü. Eve çok geç geldim o gece. Annem karpuzun aşırı büyük olduğunu, yıkarken kendisinin de bir kaç kez düşürdüğünü söyleyip teselli etmeye çalıştı.Kaç kilo olduğunu söyleyemeyeceğim, elimden kayıp gitti, hiç tutamadım ki. Parmaklarımdan süzülüşünü, o hissi o kadar canlı hatırlıyorum ki oysa. Babam hiç gönlümü almadı, ne düşünüyordu bilmiyorum. Ama ben onu olduğu gibi kabul ettim ve bağışladım. Zincirler veya babamın psikolojisi gibi çözemeyeceğim şeyler hakkında düşünmüyorum artık.

Erzincan' da babamın çalışma odasında otururken birden karar verdiğimi hatırlıyorum. Ben artık ortaokula gidecektim ve yabancı müzik dinlemeliydim. Babam destekledi bu merakımı, Hey dergisi alıp getirirdi bana. TRT3' ün başına geçip radyodan kayıtlar yaptım. Talk Talk'ı ilk o zaman duymuştum.  Çocuklara göre değildi ama o dönem new wave ve synth pop çok modaydı ve Talk Talk "Such a Shame" sayesinde gençlik dergilerinde Türkiye'de bile bir paragrafı işgal etmeyi başarmıştı.

Üniversitedeki kankalarımdan biri vasıtasıyla tekrar gündemime oturdu It's My Life albümü. Arkadaşım en az benim kadar seksenler ve new wave hastasıydı. Sonradan en baz benimki kadar sorunlu bir ailesi olduğunu fark ettim. Tesadüf olduğunu hiç sanmıyorum. Son derece demode bir tarz olmasına rağmen hala sıkça dinlediğim bir kayıt It's My Life. Mark Hollis açık ara new wave döneminin en iyi şarkı yazarıdır kanımca. Duygular o kadar yoğundur ki, elektronik ritm ya da efektler onları örtmekte kifayetsiz kalırlar. Vokal romantik olamktansa acılı hatta yürek burkucudur. "Renee" de, "Tomorrow Started" da ağlayasım gelmiştir defalarca. Yalnızken odamda dokunmuştur karamsar yıllarıma. "It's My Life" gençliğin dokunulmazlık çığlığıdır. Hem anlam hem de müzik olarak yakarışları işitebilirsiniz. Talk Talk' a sadece müzik grubu demenin anlamsızlığını düşünürüm bazen. ne kadar az insan siz loş odanızda otururken otuz yıl önceki kayıtlarıyla yüreğinize dokunma yeteneğine sahiptir halbuki.

It's My Life Talk Tallk un en iyi albümü değil belki. Ama ortaokul dönemi anılarıma da eşlik ettiğinden bende yeri ayrı. Hiç tanışmadıysanız 30 yıl kadar geç kalmışsınız. Önemli değil çünkü iyi müzik demode de olsa iyi müziktir.

16 Aralık 2013 Pazartesi

Hey Ma - James


İş arkadaşlarının eşleri grup olup sürekli bir araya gelirlerse ne olur? İş arkadaşlarından daha iyi arkadaş olacakları, birbirleri ile daha çok şey paylaşacakları açık. İşte zaten sürekli birbirine gören ama sosyal hayatta bir araya çok sık gelemeyecek, farklı karakter ve zevklerdeki insanları, yani kocalarını da yerlerinden kaldırmayı başarırlar. Kadınların genlerinde mi var, kendilerini çok daha kolay ele veriyorlar. Başkaları hakkında olduğu kadar kendileri, ilişkileri hatta bazen çok özel şeyler hakkında konuşuyorlar. Dünyaları, ilgi alanları, duygu derinlikleri biz erkeklerin algı limitlerinin çok ötesinde; biz onları anlamakta bile zorlanıyoruz ki, bazen bize neden ihtiyaçları var merak ediyorum. Halbuki bu dünya erkek egemen bir dünya değil mi? Bugün baskıcı bir iktidarı yıkmak için bile kadınlara güveniyorsak, ipler kadınların elinde demektir.

Beyler, hiç şikayet etmeyelim. Zaten bizi sırf simetri olsun diye oturttukları yemek masasında, onlar hünerlerini sergilerken, bizler lezzeti takdir etme görevini bile büyük bir lütufmuş gibi yapıyoruz bazen. Düşünsenize uğraşmış o kadar; siz tadına bakıp kusur buluyorsunuz, suratınızı ekşitiyorsunuz, neden kendi sevdiğinizi yapmadığını soruyorsunuz, annenizinki ile karşılaştırıyorsunuz. Taş olsa çatlar yahu. Bir de tadına baktığımız yemeğe iltifat ettiğimiz için centilmen olmuyor muyuz, tam komedi.

Benim eşimin yemeklerini beğenmek için centilmenliğe pek lüzum yok. Gurme olsa adam dağılır, o derece. Başkası da aynı tarifle yapıyor niye güzel olmuyor? Demek ki elde bir lezzet var. Bir dokunuş ve tamam: Sihirli parmaklar. Hele o çorbalar yok mu? Sadece evde yapmakla, insanlığı bu zevkten mahrum bıraktığı için ceza verilse yeridir.

Son yemeğimizde ziyarete gelen iş arkadaşlarıma, klasik pazı dolmasını yapmış. O pazı yapraklarının kekremsi tadı öyle bir geliyor ki ta burnumuza kadar, etli ve zeytinyağlı konseptlerini bir araya getiren iç dolgusu lokum gibi kayarken farkına bile varmıyoruz. Yapraklar diri kalmamış, tam eriyecekken ateşin üzerinden alınmış. Beyaz tabağın üzerine balık istifi dizilmiş sarmalar, yanlarına ince dilimlenmiş limonlar ile hoş bir sunumdu ancak çabuk bozuldu tabak doğrusu. İştahıyla ve ona karşı diyetiyle ünlü bir abimiz, tat ve içerik hakkında yorum yapa yapa, birkaç tane daha götürmek için bahane yaratıp durdu.

Değişik şeyleri keşfetmeyi sevsek de, alıştığımız tatlardan kolay vazgeçemiyoruz. Sevdiğimiz müzik grupları için de geçerli bu. Yeni albümler çıktığında öncekileri hatırlayıp karşılaştırıyoruz, farklı bir doku bir deney varsa kolayca dışlayanlarımız oluyor. Ben James' in eski albümlerinin sadık bir hayranı olsam da grup dağılınca kopmuştum ve geri dönüşlerine yeterli ilgiyi gösterememiştim. Pleased To Meet You, Laid ya da Seven gibi bir şaheser olmayacağından endişe etmiş olmalıyım.

Aslında aradan geçen 7 yılın ardından James' in tekrar ortaya çıkmış olması bile güzel. Hey Ma' yı dinlediğinizde grubun büyük bir ticari beklentisinin olmadığını, ayakta kalan klasik tarzları ile doksanların sonlarındaki uçuk deneyselliklerini karıştırdıklarını söyleyebiliriz. Günümüzde James' e, Radiohead' e, Oasis' e benzeyen pek çok grup türediğini düşünürsek, onları farklı kılan cesaret, çekicilik, esprili yaklaşımın örneklerini görüyoruz bu albümde. Hatta protest tarafta sesini yükseltiyor ve bu yüzden popüler hitler bekleyenleri uzaklaştırıyor.

Bütün geri dönüş hikayesi güzel de, bünyeye enerji lazım, coşku lazım. O yoksa sıradışı müzikalite, şiirsellik, deneysel yenilikler lazım. Hey Ma' yı doksanlarda duymuş olsaydık tutup başköşeye koyabilirdik. Başarılı bir prodüksiyon olsa da, besteler yıllar sonra geri gelmiş bir efsaneden beklenen hitler yok burada. Yine de akustik ritmlerin üzerine oturtulan, trompetlerle süslü klasik James tınısındaki "Hey Ma" ve "Boom boom", ilk defasında Lou Reed 'den dinliyorum zannettiğim "Waterfall"  dikkat çekiyor. Albümün yıldızı bence, "Of Monsters, Heroes and Men". Tiz ve yavaşça sönen gitar introsu ile, sonra org ve piano altyapısı üzerine okunan hikayesi ve ardından gelen trompet solosu ile grup ballad nasıl yapılır dersi veriyor adeta.

Yirmi yıldır en favori gruplarımdan olan çiçek grup James' in yeni kayıtlarını merakla bekliyor olacağım. Hem alıştığım tatları hem de yenilerini bulabilmeyi umuyorum.

15 Aralık 2013 Pazar

Demolished Thoughts - Thurston Moore

Fırtınalı ve karanlık bir geceydi. Dondurucu soğuktu. Dışarıda olduğu kadar içerisi de soğuktu. Çünkü gündüz odaları temizleyen Olga, havalandırmak için açtığı pencereleri açık bırakmıştı. Akşam gelip kapatsak da, cayır cayır yanan kaloriferlere rağmen ısınamamıştık uyku saatine kadar. Fabrika inşaatında kalanlar için yapılmış bir baraka odasıydı. Işıklarından her zaman yalnızca biri yanmıştır her zaman. Televizyon ise hiç çalışmamıştır, kablosuz internet bile sorunludur. Banyosunda duş aldıktan sonra mutlaka göl oluşur. İkinci bir yatak vardır acil durumlar için, fazla kullanmamışımdır. Yatağımda uzanırken genellikle bilgisayar kucağımda uyuyakalmışımdır, bacaklarımın ağrısına eşlik ederek. Bu berbat odadaki yarı zorunlu ikametim sırasında müziğe olan bağımlığım çok artmıştır. Odamdan müzik, küçük buzdolabımdan da biralar hiç eksik olmazdı.

Çeşit çeşit biralar bulunurdu, limonlusundan, Bavyera' lısına kadar neredeyse hepsi. Her şişeden iki tane alırdım, bir dostum eşlik eder belki diye. Genelde yalnız olduğumdan ikinci şişeyi de kendim içerdim maalesef. Ardından, Pixies vb. indie rock ile loş odamda zıplamanın akabinde yorgun düşmem ile sonlanırdı eğlence. O zamanlar henüz ağır abiliğe geçiş yapmadığımdan şarkıcı-yazar ya da akustik tarzı pek dinlemez, genellikle de gençlik enerjisinden yoksun bulduğumdan burun kıvırırdım. Oysa şimdi dışarısı soğukken sıcacık odamda Thurston Moore' un akustik solo albümünü dinliyorum.

2011 yılında yayınlamış Demolished Thoughts. Önceki solo albümler ve Sonic Youth tarzından farklı olarak akustik gitar, kemal, arp, dikey bas enstrümanları ile kaydedilmiş. Akustik albüm denince, 53 yaşındaki bir punk kahramanından sırtına yaslanıp ağır aksak ninniler yapacağını beklemişseniz çok yanılırsınız. Folk müzikle tek ortak yanı kullanılan enstrümanlar olabilir. Çoğu şarkıda sözler toplam sürenin küçük bir bölümünü tutuyor. "Orchard Street" de örneğin, sözler bittikten sonra şarkı yeniden yaratılıyor sanki. Kendini tekrar eden bir şey bulmak çok zor bu albümde. Tüm şarkılar beklenmedik yönlere kayıyor. Bazen çalanlar bazen de prodüksiyonun etkisiyle bir şeyler doğaçlama gibi hissediliyor. Akustik olmasına rağmen Sonic Youth havasını hissedebiliyorsunuz bazen. Davul ataklarının yerini paralanan gitarlar, elektrikli gitar gürültüsünün yerini de arp ve kemanlar almış durumda.

Albümün güzel müzik insanı Beck tarafından kaydedilmiş olması da ayrı bir tat katmış. Moore' un vokaline katılan yerinde ekolar, basın arka plandaki oyunları sayesinde sözler müzik üzerinde kayıp gidiyor adeta. Lo fi gruplarındaki gibi ölçülü olma kaygısı da yok. Sözlerdeki yalnızlık ve dışlanmışlık hisleri için mükemmel bir atmosfer yaratılmış.

Demolished Thoughts benim gibi 20 yıllık Sonic Youth hayranını bile şaşırtmayı başardı. Eğlenip eşlik edebileceğiniz şarkılar yerine, dinleyip hayranlık duyacağınız bir müzik arıyorsanız, bu albüm vasıtasıyla Thurston Moore ile tanışmaya hazırlanın. New York' tan gelen en fantastik sanat etkinliğini yakalamış olacaksınız. 

14 Aralık 2013 Cumartesi

Pet Sounds - The Beach Boys

Hep hayalini kurduğum bir evde yaşadığımı sanıyorum. Farklı bir açıdan bakarsak öyle uçuk hayallarim yok. Evde olmasını  istediğim şeyler var, istemediğim şeyler yok. Çünkü ev bizim kontrollü alanımız, nereye ne asmak istersek onu asıyor, neresine ne kadar eşya koymak istersek onu koyuyoruz. Süslemek de boş bırakmak da elimizde. Dostlarımın evlerine gittiğimde bazen garip şeyler görüyorum. Dev televizyonlar, akvaryumlar, çiçeklerle dolu bir balkon vs. Pek ilgimi çekmiyor açıkçası. Bir evde her birey için yeterince özel ve birlikte alan varsa ve fonksiyonelse yeterlidir. Sonuçta işte daha çok zaman geçiriyoruz, haftasonları da evden çıkmak için planlar yapıp duruyoruz. İş yerimizi veya iş ortamımızı güzelleştirmek için bu kadar uğraşıyor muyuz?

İlla bir hayal kurmam gerekirse, yaşadığım şehir yerine uzakta, denize ve deniz havasına fazla uzak olmayan bir yerde evim olmasını isterdim. Ara sıra kaçardım sığınağıma. Öyle çok büyük bir ev olmasına gerek yok, bahçesi olsun, bir de geniş bir verandası. Bahçesinde meyve ağaçları olsun. Gölgesinde yazın oturacağım bir çınarım olsun. Garajında bir teknem olsun, kışın saklanıp yazın çıkayım kabuğumdan. Hayal kurmanın sonu yok. Ama aslında hiçbirine gerek de yok. Dostlarım gelip gitsin yeter, birlikte güzel zaman geçirilen her ev, mükemmel evdir benim için.

Böyle pastoral ev hayallerine eşlik eden şarkı, daralıp bunaldığında "Eve gitmek istiyorum" veya "Bırakın eve gideyim" diyen "Sloop John B." dir. Beach Boys' un efsanevi Pet Sounds albümündedir. Bugün izninizle, geçenlerde morali ve psikolojisi çok bozuk bir arkadaşıma terapi olarak önerdiğim Pet Sounds' dan bahsetmek istiyorum.

Pet Sounds zamanında müthiş bir ticari başarı yakalamamış ancak yılalr içinde pop müzik tarihinin en takdir edilen, etkileyici ve ilham verici kayıtlarından biri haline gelmiştir. Brian Wilson' ın yaratıcılık ve şaşmaz yeteneğinin en güzel eseridir. Her şarkısında sürrealizm, melodram ve devrimcilik arzusu hissedilebilir. Sofistike şarkı yazarlığı, kompleks müzikal aranjmanların zirve yapmış bir stüdyo becerisi ile işlendiği bir eserdir. Öyle pop deyip geçmeyin, 60' lı yıllarda farklı bir yaratıcılık ile üretiliyormuş. Denemelerin sonu yokmuş. Barok etkiler altında olan Brian Wilson bazı şarkılarını "cep senfonisi" olarak tanımlamış. Grup üyeleri turnedeyken o stüdyoya kapanmış, albümün neredeyse tamamını kaydetmiş. Döndüklerinde ufak tefek ilaveler yapıp albümü tamamlamışlar.

Mükemmel arajmanlar dışında akılda kalıcı melodiler ve sözler içerir Pet Sounds. Açılıştaki "Wouldn't it be nice" hayal kurmanın güzelliğini anlatır bize. "God Only Knows" un o vokal armonisi olmasa sözleri düpedüz arabesktir. " I Just Wasn't Made For These Times" aradığı dostu bulamayan adamın öyküsüdür. 2 enstrümantal parçayı bir kenara ayırırsak; çoğunluğu ağır, hayal kırıklıkları, ayrılık, çaresizlik ve hüzün dolu şarkılardan oluşuyor albüm. 3-4 tane Beach Boys' u hiç bilmeyenlerin bile onlardan bekleyebileceği, eğlenceli surf rock tadında şarkı var. Tüm albüm ortak prodüksiyonun eseri olduğundan ortaya çok uyumlu bir albüm çıkmış, tempodaki iniş çıkışlar kulağı hiç tırmalamıyor. Aşırı uca kaçılmadan mükemmel karışım yakalanmış.

1966' dan beri dinleniyorsa, bulanımın eşiğindeki insanlara tedavi olarak önerilebiliyorsa Pet Sounds' da Beach Boys altın formülü bulmuş olmalı. Pet Sounds çıkmadan önce de onlar çok ünlüydü ve popülerdiler. Hatta Beatles' a tek rakip olabilecek gruptu. Ama yenilik ve yaratıcılık arayışı onları bu maceraya sürükledi. Bize de tarih yapraklarını çevirip bu güzel hazineyi keşfetmek düştü.

12 Aralık 2013 Perşembe

Bloodsports - Suede

İlk işime başladığım 1999-2000 dönemi hayatımın en mutlu yıllarıydı. Daha o zaman farkındaydım, hayatımın en güzel geçirdiğimi biliyordum. Cuma günleri kalktığımda içimde bir heyecan olurdu. Akşam nasıl da eğleneceğimizi bilir, karşılaşacağım sürprizlere ve garip muhabbetlere bünyemi hazırlardım. Okuldan yeni mezun olmaya çalıştığımız dönemdi. Eşimle  sadece çıkıyorduk. Hala gençtik ve sıkı eğleniyorduk o zaman. Okuyorduk, geziyorduk, sohbet ediyorduk, çimlere uzanıyorduk, her fırsatta canlı müzik dinliyorduk. Sevdiğim grupların resimleri strafor panoma iğnelenirdi o dönem. Şarkı sözlerini çevirir, defterlerimin arasına koyardım. Hollanda seyahatimden bar giriş biletimi bile atmamıştım. Eindhoven' deki Efenaar adlı klübe bir daha gidemem diye anısını saklamak istemiştim.


Çalışıyorduk da, ama o zamanki enerjimize söre basit bir işti benimkisi. Basit problemlerle uğraşıyormuşum gibi geliyor şimdi bakınca. Her gün yarım saat geç gelirdim işe geceleri 2-3 gibi yatmamın etkisiyle. Fazla mesai yapmama da pek gerek kalmazdı. İş yerim bir ofisti. Bir odada iki takım liderinin arasına yerleşmişti çalışanlar. Birinin adı dişi kurt anlamına geliyor, diğeri de tayfun yani fırtına. Artık manzarayı siz düşünün. Bunlar okuldan çok iyi arkadaştı. Asena' nın "Bir işimiz düzgün gitsin, ortada soyunacağım" sözünü kendisine sıkça hatırlatsam da sonuç alamadım. Düğününde masaya çıkıp oynamasını da hiç unutmam. Karşı köşede ses tonu ve fiziksel olarak İtilmiş ile Kakılmış' a benzettiğim Ümit-Aysel ikilisi otururdu. Ümit kendisine çok soru sormamdan olacak bana "Sütoğlan" derdi. -Hala diyor ya neyse. - Sadece çay almak için yerinden kalkardı. Zamanında belinden ameliyat olduğu için kilo almış ama o dönem neden eşofman altı ile işe geldiğini pek çözememiştim. Yağız Anadolu delikanlısı tarzında 2 arkadaşımız vardı, bunlar da kankaydı, Erkan ve Ferhat. Uzaktan uzağa birbirine seslenirlerdi. Bir de her problemi, her olayı  doktor kocası ve oğluşu hakkında her detayı sürekli olarak anlatan, her iş için Asena' nın görüşünü soran, neredeyse hiç susmayan Ömür vardı. İki tane de sekreterimiz vardı. Selda tam karşımda otururdu, komik bir şey duyduğunda işveli bir şekilde gülerdi. Umarım şimdi evlenmiştir. O dönem henüz evlenmemiş olduğumdan, Selda' ya her sabah otobüste gördüğüm bir kıza nasıl tutulduğuma dair bir fantezi anlatmıştım. Hastasıyım onun, derdim. Her gün merakla o kızın o günkü giyimi ve makyajı hakkında güncel bilgileri sorardı. Velhasıl o kadar geyik muhabbeti, telefonun hiç durmayan zırıltısı, belden aşağı sohbetler, kızınca "Şimdi sevecem ha" diyen bir patron ve bu ilginç karakterlerin arasında bendeniz. Oradan nasıl düzgün iş çıkmıştır, hep şaşırmışımdır.

Bir akşam ofiste çalışırken Hollanda' dan bir paket aldım, kız arkadaşımın ablasından. Utrecht' te gittiği Suede konserinden bizim için ikimize de konser tişörtü almıştı. Doğrusu ikisini de ben giydim, milli formam oldu. Bugün o tişörtler eskidi, soldu, ama hala birini giyiyorum. 2002' de Suede dağılmadan önce, İstanbul' daki konsere aynı tişörtle gittim. Ama artık yeni bir işim vardı, ama yeni işe girdiğim için izin hakkım yoktu. Vurucu cümleyi söyleyince kim olsa izin verirdi:  Suede konserine gitmeyeceksem çalışmanın ne anlamı var!

O zamandan beri ilk kez Suede bir albüm yayınlıyor. Doğrusu beklenti çok yüksek değildi. Brett Anderson oldukça demoralize solo albümler yapmıştı arada. İlk Suede gitaristi Bernard Butler ile The Tears projesini yapmıştı ama nedense devamı gelmemişti. İkinci kadronun toplanması gecikmiş olsa da sonuç bütün tasaları alıp götürdü. Coming Up havasında bir albüm olmuş Bloodsports. Özellikle "Snowblind" ve "Hit Me" tipik Suede hitlerinin yeni versiyonları gibi. "Sabotage" ve özellikle "For The Strangers" (Duyduğumdan beri 10 kez arka arkaya dinlediğimden 2013' ün en sevdiğim şarkısı oldu) özlediğimiz Suede tatlısına kavuşturdu bizi. Grup hiç bırakmamışcasına enerjik. Bunu tamamen günümüzün müzikal açlığına bağlıyorum. 2002' de bu bestelerin çıkacağı bir ortam yoktu. Müzikal ve kültürel bir çöküş dönemiydi, o dönemde çıkan gruplar genellikle kalıcı olamadılar zaten. Suede ise dondurucudan çıkarılmış gibi, 20 yıldır hiç değişmemiş.

Suede pek çok yönden kendine has bir grup. Kimden etkileniş olurlarsa olsunlar, müzikleri kendine özgü bir gitar tınısı, armonisi ve şarkı söyleme şekli barındırıyor. Şarkılarla yarattığı ambiansı da ben başka hiçbir grupta göremiyorum. Hele o baladlar. Uzayıp giden aaahh ve uuhh lar. Garip bir biçimde albümün ilk 6 şarkısı daha hızlı iken son 4 şarkısı ise ağır tempo. Hiçbir ritm enstrümanı kullanılmayan "What are you not telling me?" ile ilk dönem Suede b yüzlerini andıran, melankolik "Always" bu bölümün parlayan yıldızları. 

Benim gibi hasta bir Suede hayranından daha farklı bir yorum duymayı beklemezdiniz herhalde. Onların müziğinin benim için anlamı ve değeri çok büyük. Ama benim gibi hastası olmasanız da, hatta onları hiç tanımıyorsanız da fark etmez, keşfetmek için uygun bir albüm Bloodsports. Kim bilir? Belki siz de aramıza katılırsınız.

10 Aralık 2013 Salı

Sugaring Season - Beth Orton

Her gün yazı yazmak için klavyenin başına oturmak, ancak ciddi bir kendini ifade etme arzusundan kaynaklanabilir. Hele ki çalışıyorsanız ve tembellik yapmak için fazla zamanınız yoksa. Anlatmak istediklerimde geçmişe dair olgu ve olayların çoğunlukta olması içimi hüzün ile dolduruyor bazen. Bazen kendime uzaktan bir bakıyorum da, hala 2013' e gelememişim gibi görüyorum. Sırf yıkmak için bunu, 2013 albümlerini de ele almaya başladım. Yine de fırsat buldukça geçmişe kaçıyor olduğumun farkındayım. Ama bu büyük bir kayıp değil. Müzikte çağdaş ve güncel olmaktan daha değerli olan, zamanlar ötesi ve hatta ölümsüz olabilmektir. Genellikle okumanız için bende yer eden, o anlamda kalıcı olacağına inandığım albümleri seçiyor olacağım. Arada sırada yıllardır plakçalarımda döndürmekten sıkılmadığım, müzikalitesinin sadık bir hayranı olmakla gurur duyduğum bazı kayıtlardan da bahsedeceğim. Hatta, vakti zamanında gereken değeri vermeyip yeni keşfettiğim albümleri de konuk etmekten çekinmeyeceğim. Özetle zaman,  dönem kısıtı yok burada.

Beth Orton' un Sugaring Season albümü de 2012' de yayınlanmış olmasına rağmen ben 2013 de dinlemeye başladım. Kendisi ortalama 5 yılda bir albüm yaptığı için çok da geç kalmış sayılmam, değil mi? Hiç dinlememiş olanlar için söyleyebileceğim, Beth Orton' un müziği herhangi bir besteci şarkıcıdan bekleyebileceğinizin ötesinde bir çeşitlilik içeriyor. Akustik gitarlı baladların ardından, yaylılar eşliğinde vals tınılarıyla dans ederken bulabiliyorsunuz kendinizi. Sesini o kadar farklı tonlarda kullanabiliyor ki, şarkıları ayrı ayrı duysanız farklı kişiler tarafından seslendirildiğine inanabilirsiniz. Ayrıca son albümünde neredeyse 20 yılı bulan müzik kariyerinin olgun sesini de duyabiliyorsunuz.

Artık olgun bir müzisyen olan Orton' un ağırbaşlı yorumu, aşırı uçlara kaçmayan ancak aynı zamanda da vokale eşlik etmekle sınırlı kalmayıp gerekli vurguları yapan dengeli bir orkestra ile birleşince "Kaliteli" sıfatını hak eden bir albüm çıkmış ortaya. Albümün altyapısını oluşturan orgun sesi zaman zaman 60' lardan bir Dylan albümü hissi uyandırıyor, ağır baladlarda ise dikkat çekici yaylılar devreye giriyor. Geri vokaller minimumda tutulmuş, asla ana vokalin önüne geçip kafa karıştırmıyor.

Albümün bombası " Poison Tree" William Blake' in ünlü şiirinin başarılı bir uyarlaması. Birkaç sabah üst üste mırıldanırken bulunca kendinizi, ister istemez sözleri buluyorsunuz. "See Through Blue" vals yaptığınız parça, keşke hiç bitmese diyorsunuz. "Candles" da Orton' u en hırçın haliyle duyuyoruz. Hüzünlü ve karamsar parçada kemanlar öyle bir kafanıza vuruyor ki, "Ağlamanın başka bir yolunu buldum" diye eşlik ediyorsunuz ister istemez. "Call Me the Breeze" de ise basitliğin şarkı yazarlığının altın kuralı olduğuna bizzat şahit oluyoruz. Vokallerdeki çarpıcı değişkenlik sayesinde, denize, göğe, rüzgara, toprağa ulaşmak isteğine çoşku ile katılıyoruz.

Merakınızı gidereyim. Beth Orton' un önceki albümleri de birbirinden ilginç besteler, daha da çeşitlilik sunan vokal performansı içeriyor. Geçmişi bir kenara bırakalım, umarım bu sıra dışı müzikaliteyi yeni ve daha sık çıkacak albümlerinde de görebiliriz.