22 Aralık 2008 Pazartesi

Come Down In Time - Elton John

Come Down In Time
Elton John

Serin bir tatil günü dumanaltı bir kafeye tıkılmışız, her nevi gazete ve dergide göz gezdirdikten sonra, kulağımıza takılan arabeskten modifiye edilmiş, pop ritimleriyle cilalanmış, dolaptan çıkmış pilav tadındaki parça hakkında tartışırken bulduk kendimizi. Arkadaşlarımın ve etraftakilerin genel görüşüne göre şarkının kötü ve sinir bozucu olmasının temel sebebi sözleriydi. Sözler olmasa aslında çok kötü değildi onlara göre; bazılarına göre ise tamamıyle enstrümental müzik dinlendiğinde sorun zaten ortadan kalkıyordu. Sözlere de ne gerek vardı ki? Disko müziği dışında birşey dinlemeyen insanların böyle birşeyi savunması oldukça doğal gelmişti bana. Diskolarda çalınan house – ya da her ne şekilde tanımlanıyorsa – müziğinin temel amacı somurtkan suratlara eşlik eden popoları kıvırtmak olduğundan sözlere çok da ihtiyaç duymuyorlardı. Protest rock döneminden çok uzakta olduğumuzun farkındayım ama onca müzikal ozanın, aşıkların, Fecri Ebcioğlu’nun, Pink Floyd’un, Morrissey’in, onca dinledikleri şarkılarda kendini bulup paylaşan insanların hatırına modernleşme denen şeyin bu kadar basit olmadığını anlatmaya çalışmıştım. İşe yaradı mı emin değilim; ne de olsa, değerlerin kasıtlı olarak silinip yok edildiği, acı kapitalist, post modern toplumda yaşamıyor muyuz? House müziğine de alışırız.

Kendi adıma şarkılarda sözlere çok da önem verdiğimi söyleyemem. En sevdiğim şarkı olduğuna karar verdiğim “Live Forever” da – her ne kadar ben bu parçanın Evan Dando tarafından akustik gitar eşliğinde sızlanarak söylenen, ya da üflenen halini daha çok sevsem de - Liam Gallagher, herkesten farklı olarak, yalnızca kendisine benzeyen ruh eşiyle birlikte uçup, havalanarak sonsuza kadar yaşamak istediğinden bahseder. Bana göre gelmiş geçmiş en güzel pop şarkısı olan Saint Etienne’ in “You’ re in a Bad Way” inde, “Beni arasana, seni ben adam ederim” mesajı verilmektedir. Belki de bu parçaları ana teması ayrılık olan rock baladlarına tercih etmemin sebebi beni mutlu, pembe bir rüya alemine sürükleyecek kadar pozitif enerji yüklü olmalarıydı. Ancak yine de sevegeldiğimiz pop müzikleri - ya da klasik ve jazz dinlediği için kendini kalbur üstü gören o elit kitleye hitap etmeyen, sokaktaki insanlara yapılan müzikleri diyelim – sözleri hariç düşünemeyiz. Hayal bile edemeyiz metal gruplarının, protest şarkıcıların ayrılık hüznünden bahseden kayıtlar yaptıklarını. Bukowski’ nin eşcinsel olduğunu iddia etmek kadar şok edici olur. Bu noktada istemeye istemeye de olsa Türk pop müziğinin duygusallık bombardımancısı ozanı, bir dönem gençliğini sinir sahibi yapmış, odalarda ışıksız kalmış, unutulamayan ozan Kayahan’ ı anmadan da geçemeyeceğim. Ona göre beste ve güfte uyumu öylesine önemlidir ki, aralarından su dahi sızmamalıdır. “Mor Menekşe” yi sözsüz hayal etsenize, müzik dağarcığımıza öylesine bir zarar verirdi ki, beynimizin alt kesimlerini su basardı eminim.

Sözü uzatmayalım, sözlerin önemini 60’ lı yıllarda farketmiş olan genç Elton John, şair Bernie Taupin ile işbirliği yapmaya başlamıştır. Bu ikilinin,yan yana iki odaya kapanarak müzik üretmeye başlamasıyla kısa sürede müzik adına unutulmaz eserler çıkmaya başlamış. “Candle In the Wind”, “Goodbye Yellow Brick Road” gibi iyi yazılmış, iyi üretilmiş pek çok kayıt, 70’ lerin başından itibaren pikaplarda döner olmuştur. Ben lisede ciddi biçimde müzik dinlemeye başladığımda ise kaset devrinin sonları yaşanmaktaydı, CD ler pahalı olduğundan oldukça seçilerek alınırdı. Ben de kendime ikinci CD olarak, benim gibi lise yıllarında Elton John dinleyen Sting’ e özenerek Tumbleweed Connection ‘ ı seçmiştim. 1971 tarihli, ömrümün son 20 yılında eşlik etmiş olan bu CD’ yi bugün dinlediğimde neden Elton John’ un son dönem kayıtlarından nefret ettiğimi daha iyi kavrıyorum. O artık loş odalarda beste yapmıyor. Son derece mesafeli ve kendince “mükemmel” artık. Fakat geçmişte aktif ritimlerle yüklü öylesine hoş bir piano müziği yapmıştı ki, onda sıradışı bir güzellik vardı. “Come Down In Time” ın etrafındaki duygu yoğunluğu, onu terkeden sevgili hakkındaki herhangi bir yapıttan çok ileri taşımıştır. Anlamlı bass tınılarının derinleştiği, Bernie Taupin’ in şiirini yalnız bir obua ile süslemiştir.


Burda böylesine özenle üretilmiş bir eserden bahsederken, o yıllarda Elton John’ un, daha sonradan 70’li yılların radyo günlerinde derin yer edinecek melankolisinin temellerini atmış olduğunu farkettim. “Daniel” gibi pek çok muhteşem kaydın yolunu açacak bir temeldi bu. John sesinin en ağırbaşlı ve yoğun haliyle söylemiştir bu ebedi kayıtta. Öylesine bir melakoliye yuvarlamaktadır ki dinleyeni, bu duygusallığı asla MTV de bulamazsınız. Ancak onu size - bir dönem için en azından – “büyük sanatçı” olabilmiş biri sunabilir. “Come Down In Time” ı bugün dinlediğimde, sadece onun bile Elton John’ u bir efsane yapmaya yetebileceğini düşündüm. Her ne kadar bestecisi kariyerini Disney için film müzikleri yaparak sürdürse de o hala “Hiç bitmesin!” diyebileceğiniz bir şarkı.

Tabii ki her şarkı sözü yazanın Taupin kadar iyi bir şair olmasını beklemezsiniz. Unutmayın ki şarkı yazmak şiirden farklıdır. Celine Dion için şarkı yazmaya kalktığınızda standart şiirselliğin dışında durmalı, kahramanlardan, rüyalardan, hayatta kalmaktan ve bunun gibi elle tutulamayan, kimseye hitap etmeyen kavramlardan bahsetmelisiniz. Yoksa satmaz, reklamlara çalınıp söylenmez. Neyse ki Elton John/Taupin ikilisi müziklerindeki entellektüel sadeliğin saygı göreceği bir dönemde yola çıkmışlardı ve değerleri bilindi. “Sorry Seems to be the Hardest Word” gibi nice güfte olarak mükemmel, zeki ve üzücü ve de zarif parça yaptılar. “Come Down In Time” ayrıca, kafedeki arkadaşlarım pek takdir etmeyecek olsa da, yarattığı hisler yerine, terk edilme olayının kendisinden bahseden ender parçalardandır. Lise aşkımın sona erdiği dönemime eşlik etmiştir, o zaman nasıl anlam ifade ettiyse, bugün de o yılları düşündüğümde anlamını koruyor. Zaten bir pop şarkısından da bundan iyisini bekleyemezsiniz.

Yine de bu tarz bir beceri ilginizi çekmiyor olabilir, çünkü “Come Down In Time” sadece bir şarkıydı. “Yesterday” veya “Let It Be” sadece şarkı değildi, çünkü onları yazan adamlara dünyayı değiştirme misyonu yüklenmişti. Dünyayı değiştirirme işiyle meşgulsen istemediğin kadar çok ilgi görürsün, bu doğal kabul edilebilir. Ancak sonuç olarak ister istemez, bazı güzel yazılmış, zekice kaydedilmiş ve hep hafızalarda kalacak bir takım şarkılarda insanüstü güçler aranır olmuştur. Ancak Lennon/McCartney de bizim gibi insandılar ve büyüyle değil yaşanmışlıklarına dayanarak müzik yaptılar. Sadece iyi bir takım kurmuşlardı ve sinerjiyi yakalamışlardı. Yine de Beatles 60’larda müzik yapmıştı ve bu sıradışı dönemde bireyler dünyayı değiştirebileceklerine inanabiliyorlardı ve dönemle komple özdeşleşmişlerdi. Elton John ve Taupin dünyayı değiştirmediler, pop klasikleri bıraktılar geride sadece. Onların müziği sosyal değişimle bağdaştırılmadı, bir akıma bağlı değillerdi ya da hiçbir şeyi temsil etmiyorlardı, onlar yalnızca şarkılardı. Yazarları kültürel bir ilgiye nail olup, zengin ve ünlü olmak istemişlerdi, hepsi bu.


Bu nedenle artık müziğe etiketler yapıştırmayı, isimler koymayı, sırf sevdiğiniz bir grupla adı beraber anıldığı için alakasız bir başkasını dinlemeyi bırakmalıyız. Kötüyü iyiden, banal olanı yenilikçiden, bayatı tazeden ayıracak yorumu yapamazsak, hepimiz yeni bir punk ya da grundge akımı bekler olursak eğer, en iyi bestecilere gidin marjinalleşin öyle gelin dersek, inanın yaparlar. İçimizdeki “Come Down In Time” gibi güzellikleri yapacak nice yetenekler böylece kaybolmuş olur. “Hiç bitmesin!” desek de bir gün pop müzik nefes alamaz hale gelir, şarkıda söylendiği gibi bizi soğuk gecede yıldızları sayarken terkedip gidebilir. Koca bir on yıl bitti hala doksanlar nasıldı, nereye gitti diye dövünmüyor muyuz bugün? Yeni bir Lennon/McCartney aramızda büyük ihtimalle, o kadar büyümeyecekler belki ama ara sıra “Norwegian Wood” gibi şarkılar çıkaracaklar. Sanırım bununla idare edebiliriz.

3 Aralık 2008 Çarşamba

Sbia Ar Y Seren - Gorky’s Zygotic Minci

Sbia Ar Y Seren
Gorky’s Zygotic Minci

Gorky’s Zygotic Minci pek çoğunuzun yüksek ihtimalle hatırlayamayacağınız, artık dağılmış bulunan Galli bir grup. Doksanların sonunda bazı ümit verici yorumlar aldılar, bir kaç zıpır alternatif hit kayıt ile dikkat çektiler, ada coğrafyasında orta boyutlu bazı salonları doldurmayı başardılar. Ama 2006’ da kurucu gitaristlerinden yoksun kaydettikleri üç, folk ağırlıklı, küçük, sevimli albümden sonra, binlerle hayranlarının hüzünlere boğulmasına rağmen – onbinlerin üzülmediğine bugün hiç olmadığım kadar eminim – dağıldılar maalesef. Gorky’s gibi, Tanrı’ nın yetenek dağıtırken cömert davrandığı, küçük de olsa takıntılı ve takipçi, fanatik bir hayran kitlesi yakalamış, birkaç başarılı albüm yapmış; ancak şanssız onlarca grup var ne yazık ki. Ama Gorky’s müzikte bir kariyer yapabilmek için ciddi bir savaşım vermiş, benim gibi araştırmaya meraklı bazı bekar erkeklerin ilgisini üstüne çekmeyi başarmıştır. Gerçi pop züppeleri genellikle kendi sevdikleri grupların haksızlığa uğradıklarını iddia eder; onlara göre başarısızlıklarının sebebi zevksiz, cahil ve algısı bozuk, mavi gezegenimizdir. Halbuki değiştirilemez gerçek şudur ki; o gruplar ya çok sessiz, çok sıradan ya da çok akıllılardı, belki de süslenmek, küçük kızlara asılmak, uyuşturucu kullanmak, ilgili çekecek makyajlar ve dövmeler yaptırmak, foto çekimlerinde nasıl etkileyici bir bakış takınacaklarını çalışmak yerine zamanlarını çok fazla The Replacements ve Fugazi dinleyerek geçirmişlerdi. Her zaman Mark Hollis’ in şarkı yazma yeteneğini Snoop Dog’ un kaba tacizciliğine tercih ederim ancak ben bile hangisinin daha büyük bir yıldız olduğunu itiraf etmek zorundayım.


Her neyse. Ben bir şekilde Gorky’s Zygotic Minci’ yi sevmeyi öğrendim. Aslında onlar gecenin bir saatinde yayınlanan, uluslararası bir müzik televizyonunda, alternatif nesil için hazırlanan özel bir programda şans eseri tanışılacak değil de, elemanların birini ya da birkaçını şahsen tanıyor olmak isteyeceğim insanlar. Euros Childs bir başka arkadaşımın mahalleden arkadaşıymış mesela. Ya da Megan bir arkadaşım ile ortak ders almışmış. Bir şekilde tanışmışız, beni kendi düzenledikleri konserlerine davet etmişler, demo kasetlerini radyoda çalmamı rica etmişler. Ya da her zaman kaset kopyalatmaya gittiğim plakçıda part-time elemanmış John Lawrence. Beraber takılmışız, kokoreç yiyip parkta müzik muhabbeti yapmışız, para birleştirip punk konserlerine gitmişiz birlikte. Bir kaç yıl sonra John ile yolda karşılaşınca beni görmezden gelmiş ama havaya girmiş bir rock yıldızı olduğundan değilmiş, gözlüklerini takmadığından beni tanıyamamışmış, sonra çok özür dilemiş vs. Durun daha bitmedi: İlk kayıtlarından itibaren ne kadar yetenekli olduklarını anlamışım, hep konserlerinde onları takip etmişim, desteklemişim, ama üç yıl sonra kalabalıktan giremediğim konser salonuna bedavadan sokmasını rica edecek kadar da samimi değilmişim. Grubun harcanıp gitmesine fazlasıyla üzülmüşüm ama onları tanımış olduğum için kendimi çok özel hissedermişim mesela.

Hayatımın belli yıllarında asla meşhur olmayacak ve sonunda kendini tüketecek, elemanların her birinin tövbe edeceği black-metal gruplarıyla arkadaşlık etmek yerine, bambaşka bir ülkede Cranes ya da Slowdive üyeleriyle tanışıyor olsaydım eğer, bugün benzer yazıları anılar şeklinde yazmayacaktım; yazılarımı doksanlarda Melody Maker’ da haftalık güncellikle yayınlıyor olabilirdim. Belki de o zamanlar yazma yeteneklerim yeterince gelişmemiş olacağından yayın dünyasından dışlanacak, popüler radyolardan birinde uçuk kaçık gece programları yapıp kitlesel ilgiye maruz kalacak, Nick Kent ya da John Peel gibi yalnızca müzikal güzelliklerin seveni ve takipçisi olabilmek gibi bir yeteneğe sahip olduğumdan uluslararası tanınmış bir müzikal karakter haline gelecektim. İnsanlar, gruplar ve plak şirketleri yorumlamam, çalmam (mümkünse ve lütfen) diğerleriyle paylaşmam için bir sürü kayıt göndereceklerdi. Ben çoğuna burun kıvıracak, o kalabalık içinde dinlemeye, vakit ayırmaya değer gördüğüm birşey bulabilmek için yoğun elemeli bir önyargı sistemi geliştirecektim. İşin güzel tarafına bakalım; anlamsız TV programlarında müzik hakkında ahkam kesecek, My Bloody Valentine üyeleriyle sohbet edebilecek, Cocteau Twins’ in Paris konserlerine bedava VIP biletleriyle gidecek, herkese tanıttığım The Daysleepers’ dan teşekkür ve hediye dolu mesajlar alacaktım belki de. Belki de Gorky’s ve galce şarkılarını çaldığım için bazılarının tepkisini çekecek ya da plak kapağındaki fotoğraflarını beğenmediğim için öylesine bir kenara attığım demoyu kaydetmiş sokak gruplarından birinin saldırısına uğrayacak ve kariyerime zaman zaman virgül koymak zorunda kalacaktım.

O kadar ünlü ve havalı bir DJ’ e dönüşmedim hiçbir vakit; ancak yine de müzik ve binlerce grup hakkında sağlam bir öngörüye sahip olabiliyorum. Buna kendimce zevk sahibi olmak diyorum. Kolay kazanılmayacak bir yeti kanımca. Ayrıca müzik denizi fazlasıyla geniş ve derin, en değerli inciler de en diplerde gizli; öyle ki onlara ulaşabilmek için popüler kültürün ucundan kıyısından yakalayıp yüzeye çıkardığı, gün ışığıyla parlattığı balık sürülerinden sıyrılıp hazinemsi güzelliklere ulaşabilmek için böyle bir yetiye sahip olmak da şart. Son zamanlarda işime çok yarıyor; bu sayede Björk’ ten bile uzak durabiliyorum, Mogwai ve hatta Sigur Ros’ u bile ihmal edebiliyorum. Ancak grup üyelerinden bazıları arkadaşım olsaydı emin olun ki farklı bir uygulamaya tabi olurlardı haliyle. O zaman kaydettikleri her parçayı dinlerdim. – Sadece introya kulak kabartmaktan bahsetmiyorum – Tekrar tekrar tüm parçaları kulaklıkla sakince dinler, beğenmesem bile önemsemez ve sıradaki – büyük ihtimalle muhseşem armonisiyle beni saracak olan – kayıtta yeni bir değer bulmaya çalışırdım. Elime geçmiş yeni kayıt, Sonic Youth, Neil Young ya da Teenage Fanclub gibi yıllar boyunca yaptıkları her parçayı binbir özlemle sarıp, sevip, kokladığım, yapıkları her kayıtta ayrı bir özen ve prodüksiyon altyapısı olan usta müzisyenlere aitse eğer, yine benzer bir muameleyle karşılaşıyor haliyle.



“Sbia Ar Y Seren”, Gorky’s Zygotic Minci’ nin John Lawrence olmadan kaydettiği, bolca akustik yüklü, ağır ve duygusal bir albümün, galce yazılıp söylemiş, ninni kıvamındaki son şarkısıdır. Onlar maalesef arkadaşlarım değillerdi ama ilk duyduğum parçaları “Let’s Get Together (In Our Minds)” beni öylesine çarpmıştı ki, her yerde onlara ait bir kayıt arar olmuştum. B yüzlerini, konser kayıtlarını arayıp buldukça onları daha çok sever ve bağlanır oldum. Benden başka seven de etrafta pek yoktu, sanırım bundan sebep onları okul yıllarında keşfettiğim amatör bir grup gibi gördüm ve kendimi özel hissettim. Onlara da baba müzisyenlere duyduğuma benzer bir bağlılık geliştirdiğimden olmalı, folk tarzı bir albümün gal dilindeki son parçasını bile keşfedebildim. Defalarca, kendime ait yapıncaya kadar, tını bankamın kalıcı bir parçası haline getirmek için sürekli çaldım, dinledim. İşte müziğin ihtiyaç duyduğu davranış budur; bu tarz bir adanmışlık, müzisyenlerin gerçekten ne yaptıklarını bildiklerine inanmışlık, ki onlara yeterince güven verirseniz onlar bir gün sizin seveceğiniz bir eserle karşınıza çıkacaklardır. “Sbia Ar Y Seren” gibi bir altına kavuşabilmek için, belki de ihmal ettiğim büyük grupların pek çok güzel şarkısını kaçırıyorum. Kim bilebilir ki?

21 Kasım 2008 Cuma

Debaser - Pixies

Debaser
Pixies

Her gün uzun bir araba yolculuğu yapmak ne kadar sıkıcı ve yorucu ise, yol boyunca radyoda eski grupları dinleyip anıların debreşmesi o derece hoş oluyor. Siz de benim gibi karanlık ve gözünüze doğru kar tanelerinin uçuştuğu siyah beyaz bir boşlukta gidiyorsanız bu yolu, yanınızda bolca, yıllardan beri sevegeldiğiniz bazı albümlerden bulundurmalısınız. Görüş mesafesi oldukça düştüğünde gönül gözünü devreye sokacaktır onlar; ya da karşıdan gelen mesafe ayarı yapılmamış farlar gözünüzü aldığında sizi yolda tutmaya yardım edeceklerdir.

Hayatı bu kadar zorlaştırmasına rağmen neden insanlar kar yağmasını özler ve ister diye düşünür oldum yol boyunca. Hele yerküremiz ısındıkça bir türlü vaktinde gelmeyen kar özellikle kuzey ülkelerinde psikolojik gerginliğe neden olurmuş meğer. Aslında bu insanlar diğerlerine göre, soğuğa dayanıklı değillermiş; sadece düzenlerini yoğun yağış ve soğuğa göre kurmuşlar ve gerçek anlamda alışmışlar. Yağmur çişeleyince elektrikler kesilmiyor örneğin, yarım metre kar yağdığında bile trafiğin tıkandığı görülmemiştir. “Sonunda yağdı” diye, sigara içmek için mecburen çıktığı sokakta, soğuktan titreyerek bıyık altından gülen adam da bizde yok işte. Kürklü kapşonunu kafasına geçirip, çivi topuklu çizmeleriyle kaygan zeminde ceylan gibi seken bayanlar yalnızca kuzeye mahsus.



Aslında ben yol boyunca karı buzu değil, yakın zamanlarda yeniden birleşen grupları düşünüyordum. Aynı zamanda onların en etkileyici olanını, eskimeyenini, acayip parlak olanını geç olsa da görmek istediğimi düşünüyor ve kendimi o Pixies konserinde “Gigantic” ile coşarken hayal ediyor, zamanında onları yorumlayan basçı kızları düşünüyorum. Kendi zamanı için, o aktivite de güzeldi. Ancak sırada yeniden birleşen Pixies’ i görmek olmalı ya da bir türlü denk gelmeyen DM konserlerinden birini yakalamalı insan. Yıllar boyunca konser kayıtlarını dinleyip sağda solda videolarını aradıktan sonra biraz da olsa bunu haketmiyor muyuz? Kendimize güzel bir hediye vermiş olmaz mıyız “Veloria” yı dinlesek tamamen yabancı bir yerde, canlı ve hareketli olarak? Babalar ayağımıza gelecek değil ya. “İlim Çin’de de olsa gidip alınız” diye öğrenmedik mi bizler? “Got hips like Cindirella” diye başlayan, hatun milletini basmakalıpta ezip geçen o parça ile zıplamak için Berlin’ e bile giderim mesela. Londra’ da Brixton Academy’ de birisinin “Rock me Joey” dediğini ve ardından solonun girdiğini duymak da fena olmazdı hani. Neyse beklentileri o kadar yüksek tutmayalım, her sene kendini tekrar eden yazlık rock festivallerinden birinde çadır kurmaya da razıyım. Genç ve umut dolu, fantazi aleminin kıyısında yüzen yeni dostlar edinme ihtimalini beraberinde getiren bu son opsiyonu değerlendirmeliyim bir şekilde. O kadar bohem bir arzu mudur, geçmişte mümkün olmamış aktivitelerin fırsatını kollamak, çimlerin üzerinde ve altında güneşin, kafaları çekip soluğu sahnenin en önünde almak? Ural’ da trekking yapmanın hayalini kurmak, Machu Pichu’ ya kadar yürümeyi özlemek ya da Ölüm Yolu’ nda pedal çevirenlere özenmek orta yaşın üstündeki, saçından başından utanmayan abiler için bile kabul edilebilir bir psikolojiye işaret eder kanımca.

Hayatın geneline belli seviyenin altına asla düşmeyen bir çılgınlığı ve uçukluğu taşıyabilmek pek azına nasip olmuştur. Bazıları aşırı hızlı bir dönemin sonunda toprakla yekpare hale gelirken, bir kısmı ise tövbekar olup “Father and Son” gibi bir şaheseri bile yazmış olmaktan utanır olmuşlardır. Bazıları ise ömürleri boyunca “Serseri Aşıklar” ı oynayacaklarını zannetmişlerdir. Ve hatta kısmen de olsa otuzbeş yaş şiirinden ve Voltaire’ den nefret etmekte ısrar edip Meat Puppets, Pavement ve Wire dinleyip “Sonsuza kadar!” diyenler çıkmıştır. Ancak onlar bile Frank Black kadar sıradışı olamazlar. Kim hem sürrealizmden hem İncil’deki şiddetten, hem sörften hem dişilerin buram buram yaydıkları sapkınlıklardan bahsedebilir ki? Çok etkileyicidir; Pixies albümlerini çok alan olmamıştır, ama alanların hemen hepsi gidip bir grup kurmuştur. Benim gibi Radiohead’ in ısrarla savunmasına karşın herkesin gitar çalamayacağının kanıtı olan vatandaşlar için farklı bir dünyanın kapılarını aralamışlardır. Onları seven ve onlara benzemeye çalışan pek çok indie, alternatif rock grubunu dinlemeye onlar sayesinde alışmıştır kulaklarımız. Onlar sayesinde Hüsker Dü’ ye merak salmışızdır. Dinledikçe iştah kabartan parlak gitarlar ve yalnız kalan bas ritmleriyle dikkat çeken kayıtları arar, bulur ve toplar olmuşuzdur.

Bizim gibi şarkı yazamayanların kaderi yazı yazmaktır herhalde. İnsanın doğasında var, içini akıtacak bir boşluk bulmaya mecbur. Her açılan beyaz sayfayı kelimeler ve kavramlarla doldurmamızın sebebi budur. Ama ben yine de, özellikle “Debaser” ı inceleyip anlamaya çalıştığım dönemde acayip bir biçimde sevdiğim bir filmden bahseden bir şarkı yapmak istemiştim. Düşünsenize aynı filmi seven diğerleriyle de ortak bir zemin oluşturuyorsunuz. Belki de Bir Endülüs Köpeği filmini ilk izlediğimde yaşadığım heyecanının bir benzerini yaşamama sebep olduğu için “Debaser” ı bu kadar seviyordum. Ama ben Luis Bunuel yerine Woody Allen a gönderme yapmak isterdim. Rusya’ da geçen eski "Love and Death" filmini ve kafası karışık Nataşa karekterini ele alırdım örneğin: O Alexey’ e aşıktır, Alexey Alicia’ yı sevmektedir. Alicia’ nın bu arada Lev ile ilişkisi sürmektedir. Lev Tatyana’ yı seviyor, Tatyana ise Simkin’i. Simkin ise Nataşa’ ya aşık. Nataşa da Simkin’ i seviyor ama Alexey gibi değil. Bu kadarla da kalmıyor: Alexey Tatyana’ yı kızkardeşi gibi seviyor. Tatyana’ nın kızkardeşi Gregory’ yi erkek kardeşi gibi severken, Gregory’ nin erkek kardeşi bizim Nataşa’ nın kızkardeşi ile ilişki yaşıyor ama sadece fiziksel bir ilişki bu. Bu kadar karmaşık aşk hikayeleri silsilesini 3 dakikalık bir parçaya sığdıramayağıma göre şarkımı aşk ve onun getireceği kaçınılmaz acı üzerine özetleyici bir söylev üzerine kurardım: Aşk acı çekmektir, acıdan uzak durmak isteyen bünye sevmemelidir. Fakat bu kez birey sevgisizliğin acısını çeker. Aşk acı çekmektir, sevmemek de acı çekmektir öyleyse acı çekmek acı çekmektir. Mutlu olmak sevmektir, mutlu olmak o zaman acı çekmektir, fakat acı çekmek bireyi mutsuz eder, o vakit mutsuz olmak için kişi aşık olmalı ya da acı çekmeyi sevmelidir. Yazabilseydim eğer büyük bir hit olacağına inandığın bu parçanın özeti bu. Maalesef hiç gün yüzüne çıkmadı, hiç kaydedilmedi. Oysa benim gibi Pixies’ e benzemeye çabasındaki Kurt Cobain’ in elde ettiği sonuca bakın : “Smells Like Teen Spirit”

Neyse ki sonunda kar yağdı ve her yer bembeyaz oldu. Gece olduğunda yolları sabah ayazında buz pistine çevirecek karların kısa erime süreci başladı bile. Beklenmedik biçimde sakin bir gece, bütün bir geceyi zıpır Pixies şarkıları ile geçirmiş olan bendeniz için bile hala çok sakin. Kulağımda “Hey” gecenin son şarkısı, şarkıda bahsedilen çılgın kadınlardan kilometrelerce uzaktayım. Ve ufukta sadece gökyüzünü kaplayan kar kızıllığı, gökte hiçbir boşluk yok, hiçbir maymun da cennete gitmeyecek. Herşey son derece normal. Kardan ürküp yola çıkmadım bu gece, kulaklığımdan süzülen müzik daha bir heyecanlıydı. Yine bir müzik dolu hatıralar köşesinde buluşmak üzere, şimdilik iyi geceler.

28 Eylül 2008 Pazar

Pictures of You - The Cure

Pictures of You
The Cure

Sanırım bir günah işlemiş olmalıyım, büyük bir günah. Garibanın birine kötülük mü yaptım acaba? Belki de dedikodu yapmışımdır ya da biriyle istemeden şaka yapayım derken alay etmişimdir. Yoksa harama el mi sürdüm? Emin değilim ama kesin böyle bir şey var, yoksa bu yaşadıklarımı nasıl haketmiş olabilirim?

Aslında hayatımız belli başlı yol ayrımlarında verdiğimiz kararlar sonucu yönleniyor. Eskişehir yerine Adana’ dan gelen teklifi kabul etseydim hayatım eminim çok farklı olacaktı. Genciyle yetişkiniyle, öğrencisiyle abisiyle, gerçek dostuyla satıcısıyla onca yeni insanı tanımayacaktım o zaman; başkaları olacaktı hayatımda. Derin muhabbetler yaptığım felsefik dostlarım olmayacaktı; ahşap tabureler üzerinde oturup, zamanın herkes için farklı işlediğini tartışamayacaktım büyük ihtimalle. Baştan çıkmış, boğulmuş ve kaybolmuş yeni nesille haşır neşir olmayacak, saçlarını yapıştırıp reggae dışında müzik dinlemeyen birinin yaptığı DJ’ liğe katlanmak zorunda kalmayacaktım. Beni görür görmez bir Smiths şarkısı patlatan o cici sürüngenle de tanışma ihtimalim yoktu Adana’ ya gitseydim. Başka bir hayatım olacaktı, belki de ne insan hayatına ne de doğanın kaynaklarına değer ve önem vermeyen, yol yapacağına silaha yatırım yapan bu eski demir perde ülkesi yerine; gelişmiş, her bir karesine uygarlık eli değmiş, zamanında sömürdüğü afrikalıların sırtından zenginleşip semirmiş bir batı ülkesinde olacaktım bugün. Bu soğuk, doğu ülkesinin bir köyünde, loş ışıkla aydınlatılmış bir odaya tıkılmış, yıllardır dinlemeye doyamadığım müzikleri tekrar ederek ve onları paylaşabileceğim güzel insanlara tekrar kavuşacağımı hayal ederek, tavana ya da bilgisayara bakıp durmak dışında bir faaliyete sahip olamadığıma göre kesin bir günah işlemiş olmalıyım, hem de büyük bir günah.

Ama yine de yol aldığım konular da yok değil hani. Yaşanan zorlukların insana bir şeyler kattığını kabul edersek eğer, bir gün Can Yücel gibi güzel şiirler yazabilirim. Pek çok olaya bağımlılık kazandım, etkilenmiyorum kendini kurtarmak adına başkasına saldıran, dost görünen insanların satışlarından, kaygan zeminde hareket etmeye alıştım; “She Comes in the Fall” ile odamda kişisel parti yapmak gibi bir savunma mekanizması geliştirdim. Artık “Pictures of You” dinleyip hüzün ve melankoliye terk etmiyorum benliğimi. Vahşi cinselliğin kabalığından arındım, biliyorum hiç bir zaman “Ladykillers” dan biri olamayacağım ama, daha güçlüyüm. Blur’ ün doksanların başında dediği gibi “There’s no other way” i söylüyorum artık, düşünmek istemiyorum, boşverebiliyorum; Kim Deal’ in slide gitarları eşiliğinde tekrar zıplamayı hayal ederek, Bunuel’ in sürrealist filminden dem vuran, deli dolu Frank Black ile tanışmak istiyorum Morrissey yerine.




Yıllardır değil “Pictures of You” neredeyse hiç The Cure dinlemediğimi farkettim. İtinayla, kıyıdan kıyıdan, farkettirmeden ve kimseyi ürkütmeden onlardan uzaklaşmışım. “This is a Lie” adlı yaralayıcı şarkıyı duymak bile istemiyorum. Onları o muhteşem ritmik baslarıyla, punkvari delilikleriyle, eski Ankara gecelerinde cümle cemaati coşturan “Jumping Somebody Else’s Train” ile, o zıpır saçları ve boyalarıyla, “Why Can’t I Be You“ ve eşsiz klibiyle, “Eskilerden kim kalmış ki” sözünü ispat edercesine duyduğumda kalabalığı ortadan yararak delice dans ettiğim “Love Song” ile, o naif, sevimli “Lovecats” ile, derin klavye tınıları ve üstüste binen gitarları birbirine karıştırmayan parlak kayıtlarıyla güzel müzisyenler olarak saygıyla anmak istiyorum. Evet var hala aramızda yıllardır onları dinleyip ağlayanlar. Ve evet, biliyorum insan ruhuna çok yakın duruyorlar, yaşanmışlıklara şahitlik ediyorlar, canlandırıyorlar, açığa çıkarıyorlar adeta mutsuz ruh halimizi. Yüzümüze vuruyorlar hayal kırıklıklarımızı, kaybetmişliklerimizi. Hatırlatıyorlar özlediklerimizi, çok yakımızdayken uzakta kaldıklarımızı, “doğru kelimeleri bulamadığımız” için birer kaybeden oluşumuzu, hassaslığımızı, duygusal zavallılığımızı. Depresif olmaya meyilli olduğumuzda dinledik onu, sekiz dakika boyunca kendimize acıdık. Gerçekleri bir tokat gibi vurmadı mı yüzümüze? Dumanlara daldık, battaniyelerin altında titredi içimiz, gözlerimiz boşluğa kenetlendi, bir türlü aşamadık bunu, böylece en güzel günlerimiz harcanıp gitti.

O kötülere niye aşık olmuştuk ki sanki, bizim kadar haketmiyorlardı sevilmeyi. Ama bu dünya acımasız, vahşi bir gezegen güzel kardeşlerim. Ne de olsa doğal seleksiyon diye birşey yok mu, yalnızca güçlünün ayakta kaldığı? Avlanan olmak istemiyorsan avlanırsın. Melankolik şarkılar eşliğinde sızlanmak şeklinde tezahür eden psikolojik sapkınlıktan kurtulamazsak eğer, av olmamız kaçınılmaz. Hele bir de kullanılmayan uzuvların güçsüzleşip yok olması kuramı gerçekse külliyen yandık. Uzun süre sevgisiz kalan bünye, bir bakmışsın sonunda tamamen “sevilemez” olup çıkmış.

Siz en iyisi teslim etmeyin ruhunuzu sarsıcı, sert ve gerçekçi melodrama. Onları hakettikleri müzikal değerlere yakışır biçimde, saygıyla kaldırın raflarınıza; içinizi açın romantik pop melodilerine. Hippi ortamlara, yeşile, çayır çimene yönelin ve oralarda geçireceğiniz bulutlu akşamüstlerine, istop ya da ortada sıçan oynamaya, kamp ateşi etrafında toplanmacalara. Hayalleri sadece kurmak yetmiyor artık, bir kısmı gerçeğe dönüşmeli. Ben bunları yapamayacak kadar kısılmışım maalesef dört duvara. Herkese tavsiye ettiğim pastoral sakinlikten çok uzak, çakılmışsam mıh gibi yatağa, ne elimi bardağa ne de gövdemi açık havaya götürecek enerjim yoksa, bu eziyeti çekmeye mahkum edilmişsem – geçici de olsa – sabrımın sınırları deneniyorsa eğer, mutlaka bir günah işlemiş olmalıyım, hem de çok büyük bir günah.

13 Eylül 2008 Cumartesi

Night Boat to Cario - Madness

Night Boat to Cario
Madness

İnsanın halen hayatının bir dönemini yaşarken, onun görebileceği en mutlu dönemi olacağını bilebilmesi ve bunu bilerek o anların değerini vermesi ve doyasıya yaşayabilmesi ne büyük bir şanstır. Bir bakıma kişinin daha mutlu olamayacağını bilmesi umutsuzca görünse de, farkındalık insana huzur verir, bu sayede gelecekte karşılaşacağı zorluklara daha kolay dayanabilir.

1999 yılının sonlarıydı. Cuma günleri daha akşam olmadan kıpırdanmaya başlardı birşeyler içimde. Gideceğim mükemmel –her hafta kendini tekrar etmesine rağmen vazgeçilemeyecek kadar güzeldi – canlı müzik dinletisinin heyecanıydı hissettiğim. Arkadaşlarla birlikte olmanın vereceği huzurdu, sevgilimi kucaklayacak olmanın sıcaklığıydı bende bolca mutluluk hormonu salgılatan. Yan yana dizsen bir metreyi geçecek, bitmiş bira şişelerine olan içimde sönmeyen hasretim o dönemden kalmadır. O dönemden kalmadır geceleri sokaklarda olmayı sevişim, gitarları, anfileri ve pedalları ile konserleri yaşamak, en önde olmak isteyişim, zıplayışım delicesine, boynuma dolanan kolları anımsayışım ve sevgilimin gözlerini gözlerime dikişi, yere düşen pogocuları kaldırışım ve “Eyvallah baba!” nidaları, ska ritimleriyle eğlenen gençleri farkedişim; “Tarlaya Ektim Soğan” ve “Korsanlar Kralı Basil” hep beni o zamana götürür. Madness ile tanışmam aynı periyoda denk gelir. Orc ırkından reenkarne olan arkadaşlarımdan tutun da edebiyat hocasına kadar geniş bir takdir toplamış olması ya da Hollywood filmlerinde parçalarının duyulması onlara olan ilgimi azaltmamıştır. Ritmlere de ayak uydurmuşumdur, kilosunu kafaya takmayan, bacak kıllarını almayı ihmal eden, dağcılık kolu üyesi, amele kızlara da. Birisi gelip “Siz topsunuz” dese kabul edecek cinsteki insanlar nasıl olur da devrimci olabilir? Bunlar için olay özünde yanlış yönlere gitmiş zaten. Gülüp geçtim onlara; oportunist, revizyonist, küçük fotoğrafçılardan da çok farklıydım. Benim gibi gençlik ateşi ile dolu, güzel insanların henüz “Alternative Nation” obasını kuramadıkları bir dönemdi o. Biz, parti insanları, yaşadığımız çevreye göre zamanın çok ilerisindeymişiz meğer.

O karanlık, sigara dumanına gömülmüş, her an kavga çıkarmaya müsait insanlarla dolu mekanda o kadar zaman geçirmek istemezdim. Saat dörde kadar eğlenmeden birilerinin keyfinin gelmesini bekliyor olmak çok zor gelmişti zaman zaman, istedikleri yere gidenlere çok özenmiştim. “Tip misin, polis misin?“ diyen çok olmuştu, turşu satan yüzüme bakarak. Oysa ulaşmayı ümitsizce beklediğim tatlı çorbacıya koşmak için ya da gündüz tarifesi ile yolculuk yapmak için ısrar edeceğimiz taksinin parasını paylaşacağımız dostlarımı yalnız bırakmamak için “old school” a sıkışmış kalmıştım. Böyle uzatmalı gecelerde, sonlara doğru özlediğim dostlarımdan biriyle iki dakikalığına karşılaşıvermeyi hayal ederdim. Bazen de gecenin sonunda, birden bire soğuk gece ayazının bol oksijenli havasını soluyunca afallayan dostlarımın yapacağı alkollü saçmalıkları yaşamak için dayanırdım o saate kadar. Bunların en üst noktasında yeni tanıştığı bir ablayı evine davet eden arkadaşımın, ablanın “Evde ne var?” şeklindeki sorusuna verdiği “Alkol, müzik, hoppidi hoppidi” şeklindeki cevabı yer alır ki, unutulmazdır. Keşke gelebilseydi bazıları; bedavadan “House of Fun” dinleyip coşabilirlerdi, dönüp duran şişeden nemalanıp “Evimiz, sokağımızın ortasında” diye bağırıp halay çekebilirlerdi belki.


Beyaz Zenciler kitabını da ilk kez o dönemde okumuştum. Kuzey ülkelerinden, isminde bolca J ve Ǿ harfi bulunan insanların da benzer deneyimleri yaşamışlığını farketmiştim. Kitabı başucuma yapıştırıp, bir gün o soğuk ülkelerdeki depresif kardeşlerime ulaşacağıma inanmıştım. İzlanda’ dan çıkan indie müzisyenlerini takip ettikçe, onların kendilerini ifade etmede bizlerden daha başarılı olduklarını gördüm. Ne de olsa biz melankolinin hakim olduğu, arabesk doğu kültüründen geliyorduk; “Yüreğimde bir çocuk, cebimde bir revolver” diyen şiirleri besteliyorduk; çekip gittiğimizde bile fazla uzaklaşamıyorduk. Kağızman’a ısmarlamıştık kışlık giyeceklerimizi. Tarlada ot oraklayan çiftçilere bakraç bakraç su getiren, kendini adamış kadınlarımız vardı. Fabrikada tütün sararlardı sanki kendileri içiyormuşcasına. Bugün maalesef onların da hayallerini ellerine tutuşturdular. Çocukları çıplak, kocaları da bir türlü gelmez denizden.

Benim için ise bir yaşama geri dönüştü bir bakıma pompalanan ska havaları. Ruh eşimi bulmuştum bir kere özgür ortamdan faydalanarak. 30 sayı geriden gelen kırmızı-yeşil Karşıkaya basket takımı kadar inançlıydım kazanacağıma. Yer yeşil gök kırmızıydı, çıkmıştım yola, akdenize açıldım. Eşinden alabileceği güç sahip olduğundan fazla olabilirmiş meğer Adem’ in. “Kara göründü!” diye bağırmasına fırsat vermeden gözcünün, sarkmış pantolonlar ve kirlenmiş gömleklerle vardık son noktaya. “Night Boat to Cairo” eşiliğinde Siouxsie ve post-punk muhabbeti yaptık cici DJ’ imizle. Hollandalı fırlamalara özendik ve ev partileri sezonunu açtık. Daha önce sınırlarını denemediğimiz anfili bir müzik setimiz, süslediğimiz duvarlarımız, kırmızı saydam vinil plaklarımız, çok iyi meze yapanımız, listesini hazırlayıp çalmaya hazır üç kişimiz ve en mühimi evi taşıncaya kadar dolduracak kadar çok tanıdığımız parti insanı vardı. İnsanlar birer birer işçi mahallesindeki bir apartman dairesinin zilini çalıp, “Şeyy, parti, burda mı acaba?” diye sorarak doluştular eve. Çoğunluğu fonda Madness, Pixies veya Blur çalarken zıplayıp durdu, diğerleri de onlara bakıp durdu. Bazılarımız balkondan atılan laflara cevap verince biraz tatsızlık olmuştu ama olsun. Şikayet üzerine kapıya gelen polis bile “Bu kadar adam bir evden mi çıkıyor? Vallahi Bravo!” dedi ya, bize yetmişti.

Zaten belki diye başlamıştı aşkımız. “Senden, benden, bizden” diye Türkçe’ ye aktarılan, o güne kadar defelarca yorumlanmış olan Perhaps, Perhaps, Perhaps bizim parçamız olmuştu. Bir sürü belirsizliğin içinde yoğrulmamıza rağmen, o günlerin geri gelmeyeceğinin bilincinde, hiçbirşeyi takmayarak günümüzü gün etmeye kararlıydık. Elbette ki bir sonu gelecekti; saf, serkeş, doğaçlama ve “freestyle” yaşamın, 24 saat parti modunun bir gün bitmesi kaçınılmazdı. Öyleyse finali kendi ellerimle hazırlamalıydım, kadere bu şansı veremezdim. Uçağa binip Ankara’ dan ayrılırken çantama bana odamı, sokağımı, sevgilimi ve Pazar günleri yaptığı 8.yurdu doyuracak büyüklükteki salatayı, çiçekçileri ve sıra sıra barları ile Sakarya’ yı, her taşına ayrı bir gece oturduğumuz Bestekar sokağını, yerli malı acıbadem likörünü, dostum parti insanlarını ve onlarla oynadığımız menejerlik oyununu, ODTÜ ormanlarında kaybolan kitaplarımı, duvarları New Order plak kapakları ile kaplı yeni bir mekan keşfedişimizi, sevgilimle üç kez Arizona Dream’ i sinemada izlemeye gittiğimizi ve kafamız dumanlı bir halde Besame Mucho’ yu söylemekteyken apar topar nezarete atılışımızı hatırlatacak bir kaset ve bir walkmen koymayı ihmal etmemiştim. Bir ay sonra kendi kopyaladığım o kaseti dinlerken yaşadığım hazzı nasıl anlatabilirim ki? Gözlerim istemsizce kapalıydı, kafamda hiç bir zaman hissetmediğim garip bir mahmurluk, bulanıklık ya da değişik bir sızı hissediyordum. O an sadece fiziksel olarak oradaydım, ruhum çoktan kanatlanmıştı. Tekrar dünyaya indiğimde gerçekler yüzüme tokat gibi çarpmadı; şok falan da olmadım. İyi ki yaşamışım kendimi sınırlamadan yaşanması gerektiği gibi, özgürce ve hakkını vererek. Geçmiş onu andıkça geçmiş değildir. Güzel günlerimin bana hediyesi Madness’ ı dinliyor, gelecek mutlu günlerimize doğru yine bir umutla yelken açıyorum.

31 Ağustos 2008 Pazar

Underwear - Pulp

Underwear
Pulp

Bazı şarkılar vardı ki, gerçekten unutmak istiyordum. Sevmediğimden ya da sıkıldığım için değil aslında, sadece onları sevmeme, hatırlamama ve özlememe neden olan ruh halinden uzaklaşmaktı amacım. İçimdeki kavgalara bir son veremeyerek, neler hissetmem ve neler yapmam konusunda kararsızlık içine itilmekten korkuyordum. Arınmak, bir psikoloğa gidip “Bu hissettiklerim, arzularım doğal mı?” diye utanmadan sorabilmek, gamzeleri güzel birine, sırf onları sıkça görebilmek için onunla neşeli bir sohbet yapmayı istediğimi itiraf etmek gibi hedeflerim vardı. Yapabilsem yanlış anlaşılmayacağımdan emindim; kararlı ve yeterince net olacaktım. Ama arınamayacağıma ve huzur bulamayağıma olan inancımın bastırıcı gücünden olmalı, harekete geçmemi isteyen o şarkıları zihnimden silmeye çalışıyor, ellerimle yüzümü ovuşturuyor, aptal oyunlar ile zaman öldürüyor, ne kadar eski moda hislere sahip olduğuma inanamıyor, keşfedilmemek ve farkedilmemek için üstümde taşıdığım kalın kabuğumun altında ezilerek, beynimde aynen benim gibi kimseyle paylaşamadığı arzularla dolu yaradılışına isyan eden Morrissey şarkısı çınlamakta iken bütün bir Pazar günümü tavana bakarak geçirmek suretiyle kendime işkence ediyordum. Yapmak istediklerime engel olması için yaradana dua ediyordum.




Peki ama dinlediğim müziklerin hiç mi suçu yoktu? Onlar değil miydi kulaklıklarımdan içime sızan ümitsizlik ve hayal kırıklıklarının kaynağı? Onlar değil miydi belki de yalnız başıma kalsam bastırabileceğim arzularımı körükleyen? “Lips Like Sugar” gibileriyle bizi tahrik etmediler mi? “İki yol var demiştim, hepsinin sonu aynı” diyerek edilgenliğe, çaresizliğe yönlendirenler olmadı mı? Hele o “kelimeler (kolay çıkmıyor)” diyenlere, öpücükle mühürlenmiş mektuplar gönderenlere ne demeli? Suçu şarkılara atarak kolaya kaçmak istemiyorum ama “Gözlerimi, aklımı senden alamıyorum” diye ruhumuza kazırcasına tekrar eden parçanın normal insanlar gibi görünmeye çalışan, içi tatmin edilemez arzularla dolu, belki de aşık olmanın kendisine aşık birine önerilebileceğini zannetmiyorum. Aşık olup olmama, duygularını reddetme ile reddedilme korkusunun sarmalı arasında kalmışken ve de şişenin dibini görüp sabahlamışken “Somebody” yi dinlemek yaraya tuz basmak değil de nedir?

Eminim ki benim yaşıtlarımın pek azı böyle şeylere kafa yoruyordu. Yıllar sonra değerlendirdiğimde, herkesin değiştiğini ama normalle normal olmayanın bir araya gelemediğini görüyorum. Çoğunun esas gündemi kısır politik yalanlar, futbol, ekonominin nasıl gittiği, çocuğunu hangi özel okula göndereceği ya da hangi semtten işine daha çabuk gideceği, üçüncü köprünün trafik sorununu çözüp çözemeyeceği, tanıdıklarının dedikodusu, yükselebilmek için kimlerle arasını iyi tutması gerektiği, ayın sonunu nasıl getireceği, çocuğunun matematiğe kafasının neden basmadığı gibi hiçbir zaman bir sonuca varmayacak anlamsız konulardan ibaret. Ne zaman uyanacaklarını merak ediyorum, dünyada olup bitenlere bu kadar duyarsız olmalarına dayanamıyorum. Ne onlar değişecek, ne de ben onlara benzeyeceğim. Benzini onlar en pahalı alacaklar, kazandıklarının yarısını vergi olarak verecekler ama sesleri çıkmayacak. Memleketleri satılırken onlar para geliyor diyecek, borsa yükseliyor diye sevinecek, susuzluğa kader diyecek, dizilerini ve maçlarını izlemeyi sürdürecekler. Onlar, beyinleri televizyonla uyuşturulup sistematik olarak zevksizleştirilenler normalse; kabul edilebilirse gazetelerin yalanlarına inanıp, cahil mutluluğuyla gözlerini kapatabilmek; genele yayılmışsa tepkisizlik, eziklik, magazin olmuşsa yaygın ilgi alanı; evet kabul ediyorum rahatlıkla itiraf ediyorum: Garip olan, anormal olan benim.

Ama yine de - müzik sayesinde belki de – pek yalnız olmadığıma seviniyorum. Düşünsenize gelmiş geçmiş en sevilen şarkılardan birinin nakaratı “Çektiklerim işe yaramıyor ve biliyorum ki yüzünü yine göreceğim” olabildiğine göre yaşamının bir döneminde olsun hayal kırıklığı marşını söyleyenler pek de az olmasa gerek. Her bir birey için önemli olan, bu psikolojinin çok uzun bir zamana yayılmasına engel olabilmek, ruhunuzda kalıcı yaralar kalmasını engelleyebilmek, sonraki yıllarda gelmesi muhtemel yeni sendromlara hazırlıklı olabilmek. Bazılarımız melankolik ruh halinden bir şekilde sıyrıldıktan sonra tamamen geçmişini inkar edip, yalnızca kültürel boşlukla yaşamayı tercih edebiliyor. Ancak siz de benim gibi doksanların müziğiyle fazlaca haşır neşir olmuşsanız, gereğinden fazla Cure dinlemişseniz, yıllar sonra bile My Bloody Valentine müziğini araştırıyorsanız melankoli benliğinize yapışmış demektir ki; artık kurtulmak yerine ondan zevk almayı öğrenirsiniz. Hüzünü getiren dinlediğim şarkılar mı ya da içinde olduğum psikolojim mi bu şarkılara davet çıkarıyor diye sorgulamayı bırakırsınız.

Herşeyin sorumlusunu - o mutsuz dönemlerin sonunda - bırakmıştım içimde aramayı. Pek fazla birşeyle ilgilenmiyordum, odamda oturup Smiths albümlerini sırayla dinlemek dışında. Etrafım özgüveni dorukta, futursuz ve acımasız dişilerle çevrilmişti. Onlar yüzündendi yalnızlığa kapanmışlığım, ne zaman dışarı uzansam yiyordum kafama tokmağı. Neden bu kadar büyütüyordum ki sanki cinsellik denen şeyi? Bazıları sıkça farklı kişilerle yapmıyor muydu bunu? O kadar da ciddiye almaya değmezdi, aslında çoğunun sadece iç çamaşırlarını merak etmiyor muydum sonuçta. Bu denli zor olmamalıydı en sonunda kalbinin kırılacağını bile bile kendini karşı cinse terk edebilmek. Perdeleri kapatıp, elbiselerimi çıkarınca kalbimin kalkanlarını mı indirmiş oluyordum? Ne yaman çelişkidir dünyanın öteki yarısı ile yatmayı istediğin halde, birisi seni yatağa atmaya çalışınca duygusallaşıp ilişkiye hak etmediği anlamlar yüklemek, her ilişkide fırtınalı duygular aramak. Aşktan gözün birşey görmediği, bulutların üzerinde geçirilen anlara duyulan özlemim etkisini yavaş yavaş yitirdikten sonra kurtuldum, odamdan dışarı adım attım, kırılgan olmadığıma inandırdım kendimi, hiçbiri yaralayamazdı beni. Kendi kendime yemin ettim: Çıtı pıtı olup sevimli görünen, sosyoloji ya da psikoloji okumuş, entellektüel, sosyalist olduğunu sanan birisiyle ilgilenmeyecektim kesinlikle. Çok zarar görmüştüm onlardan ve dersimi almıştım. Ve fazla zaman geçmedi ve ben, yeminimi bozdum!



Bütün o vahşi dişilerin açtığı yaraları elbette ki bir başka dişi tedavi edebilirdi ve öyle de oldu. Bu kadar çabuk iyileşebileceğimi ummazdım doğrusu. Herşeyi unutmuştum ki Pulp’ ın “Underwear” adlı şarkısını dinledim bir arkadaşımda. Bir başkasının da benim gibi hissetmiş olduğuna inanabilirdim belki, fakat duygularımı yazıp besteleyebileceklerini beklemezdim doğrusu. Adam yaşadığım bazı anları ve o anlarda yaşadığım karmaşayı anlatıyordu adeta. Senin için çok üzgünüm Jarvis abi; ben o yollardan çoktan geçtim. Artık ruhum esiri değil basit korkuların. Yaşadıklarım da güzel birer anı, gülümseyerek hatırlıyorum çapkın gülümsemeleri, ayrılıkları, kulağa fısıldanan güzel sözleri, sinirden tekmelediğim duvarları. Sana başarılar diliyorum; sen yine zayıflıklarımızı anlat, çıkıp onları söyle, konserlerde hep bir ağızdan sana eşlik edeceklerdir. Ben sadece tembel, sakin bir Pazar sabahı anımsayacağım seni ve umutsuz günlerimi. Kahvemden bir yudum alıp, soğuk, derin bir nefes çekerek bulutlara dalacağım.

16 Ağustos 2008 Cumartesi

Be Sweet - The Afghan Whigs

Be Sweet
The Afghan Whigs

1996 yılında gecenin bir yarısında Ankara’ da radyonuzu açmışsanız ve frenkansıda doğru yere ayarlamışsanız yedide bir ihtimal Afghan Whigs ile açılan bir program duyardınız. Son derece amatör ruhla hafta boyunca çalınacak müzikleri planlar, şarkıları ve akış düzenini belirler, küçük kağıtlara kurşun kalemlerle yazar, tekrar tekrar dinlerdim. Yola çıkmadan önce kasetleri tam yerlerine sarar hazır erderdim, hepsini sırayla kurşuni yeşil renkteki tek omzuma asacağım paspal çantama doldurmadan önce. Sonrasında ise Kızılay’ dan aktarma ile İlker mahallesindeki gecekonduya olan yolculuğum başlardı. Kurban bayramına yakın bir dönemde brandayla çevrili ağılların kurulması ilgimi çekmişti. Gecenin bir köründe gittiğimden mahalleli ile karşılaşmazdım ama ürtütücü Dikmen ayazında, küçük ve fakir evlerinde soba başında oturanları hep yağız, erkekleri bıyıklı, okumaya meraklı, politik insanlar olarak hayal etmiştim. Sürekli dinleyip durduklarından çok farklı olduğum için ben çıktığımda radyoyu kapatacaklarını düşünmüştüm aslında, yanılmışım.

Sürekli gece yolculuk yaptığımdan bu mahalleye, daha çok köpeklerle karşılaşırdım. Her ne kadar 100.yıl sitesindeki sürülere alışık da olsam, radyoya giden yoldaki dar geçitte karşıma biri çıksa ve alevden yanan gözleri ve sivri dişleri ile üzerime yürüse ne yapardım tam bilemiyorum. Adrenalin dolu bu yürüyüşten sonra ulaştığım binanın üst katında soba yanardı, alt kat ise yayın odasıydı. Odanın duvarları kasetlerle kaplı raflarla örülmüştü. Sabahları adı Menderes olan bir abimiz gazeteleri okur, solcu yorumlar yapardı. Sabahları şarkı, türkü, Yorum falan çalardı ama haftada bir gece kabuğundan çıkan doktorunuz Jackall Hyde damardan Afghan Whigs ile girerdi olaya. Ne zamanki benden önce caz programı yapan Atacan abinin yöntemi ile biraları açamadık – Çakmak ile bira açmayı öğrenemedim, öğrenmeyeceğim. O günden sonra cebimde açacak taşımaya başladım – Waltari çalıp “it’s time for techno” diye anons yaptık, o zaman anladık gündüzleri Menderes’ i dinleyip sakalını sıvazlayan, Samsun 216’ nın birini söndürüp diğerini yakan, “Metris’ in önünde durdum” diye başlayan türküyü ezbere bilen kitlenin saat 3 de olsa uyumadığını ve azimle programın bitip Leonard Cohen albümünün sabaha kadar çalmasını beklediğini, “Suzanne” ya da “I’m Your Man” çalmadan uyku saatinin geldiğini idrak edemediği bilemezdim doğal olarak.



Afghan Whigs ile hiç tanışmamış olmayı hayal edemiyorum nedense. Doksanlı yılların müzik atmosferini benim için öylesine kapladılar ki birisi onları kazıyıp atsa hayatımdan simsiyah bir isle kaplı kalırım. Evet onların müziği karanlıktı ve evet sözler çok fazlasıyla erkek bakış açısını yansıtıyordu ama onlar olmadıkları bişeyi anlatmıyorlardı. Şimdi size Dulli’ nin erkesi bakış açısıyla aktardığı ilişkileri veya saplantıları anlatmak istemiyorum doğrusu. Ağlarmış gibi yırtınan vokaller ve içinde akıp giden parlak mı parlak slide gitarlara öylesine kaptırmıştık ki kendimizi, “Be Sweet” ya da “My Curse “ ü çok sonraları anlayabildik. Nefis albümler vardı ama bu kadar iyi bir ses yapımı yoktu o dönemde, tek bir notanın bile karekterini kaybetmediğini söyleyebiliriz. Durum böyle olunca radyo programının da cıngılı “Gentlemen” oldu. İnsanlar geceleri kulaklıkları takıp “Debonair” ile zıpladılar, “Night by Candlelight” ile triplere girip imkasız şeyleri hayal etmeye başladılar.

Elbette doksanların iflah olmaz indie severi için Congregation ya da Gentlemen albümlerini dinlemiş olmak ölmeden önce yapılacaklar arasında Morrissey ile tanışmak ya da Suede konserine gitmek kadar önemlidir. Bunları bir kenara koyarsak bir de Up in it vardır ki, Sub Pop etiketiyle ilk kez Seattle dışından bir grubun album yayınlama deneyimidir. Dönemdaşım müzikseverlerinin diğer bir favorisi de The Tea Party’ dir. Müziklerinde İsrail mi Hint etkisi mi daha fazladır diye tartışıladursun, onlar dipten ve derinden gitmiş, “Benimle on mil yürür müsün?” çağrısında bulunmuş, “Sister Awake” ile hafızalara kazınmışlar, bahsettiğim radyo programında fazlaca yer bulmuşlardır.

Gecenin bir köründe yalnız başıma Tea Party dinlediğimde karanlık gecekondu mahallesinde yalnızlığımı paylaşacak kimsenin olmadığı yüzüme çarpılmış gibi olur, oracıkta dumanlı triplere girerdim. Ardından gelen Adorable, Echobelly ve New Order ile geleceğe dair ümitlerimi artırmaya çalışır, P.J. Harvey’ in ilk albümünden çiğ gitarlarla güç kazanma eğilimine girer, Primus ve Sonic Youth’ dan uçuk kaçık parçaları çalıp onları takdir edebildiğim için kendimi özel hisseder, sabah erkenden başlayacağı türkü istek programı için radyoda nöbetçi kalan kızın üst katta sevgilisiyle işi pişirip pişirmediğini merak ederdim. Sinir bozucu bir merağın içini kapladığına kanaat getirdiğiniz, geceleri çok sevenler hariç herkesin çoktan uyuduğu o geç saatte Ankara’ nın en fakir ve en kötü vericiye sahip radyosunda evden getirdiği kasetleri çalan, mühendislik okuyan ve hep kötü giyinip bakımsız olmayı alışkanlık edinmiş, kötü bir kıza aşık olma eğilimindeki bir genç adam bu durumda ne yapar sizce? Tabii ki hayal kırıklığını körükleyecek duygulu pop şarkıları çalar. Örneğin Terry Hall’ un hakettiği değeri görmeyen “Forever J” inin son kısmındaki “ve dedi ki öp beni...” kısmını tekrar edip durur. Duygulara hitap eden naif müzik işe yaramadığında ise Dulli onun için “Be Sweet” i hazır etmiştir. Psikopat bir seri katilin ruh halini anlatan bir filmin etkileyici sahnelerinden çıkmış gibidir sanki. Terkedilmişlik, dışlanmışlık, takdir edilme özlemi üst üste yığılmıştır zaten. Depresyon evresinin sonundaki canavarı harekete geçirecek bir tetiktir “Be Sweet”, talaşların üzerine çakılmış bir çakmaktır. Neyse ki programın sonunda her zamanki gibi reddedilmeyi kadermişcesine kabul eden bir The Smiths şarkısı çalınır. Bazıları kulaklıklarını çıkararak beş hemcinsiyle paylaştığı yurt odasındaki sıcak yatağına iyice gömülürken ben, sabaha kadar çalacak albümü yayına verir, gecekondunun üst katındaki odaya doğru kimseyi basmamayı umarak trabzanları olmayan, iyi aydınlatılmamış merdivenlerden çıkar, ortasında kurulu sönmüş sobanın ısıtamadığı odada üşüyerek, sabah çalacak telefonların beni rahatsız etmeyeceğini umarak ve ertesi günkü psikoloji sınıfında aşık olmakta olduğum kızı unutturacak yeni biriyle tanışacağımı hayal ederek uyumaya çalışırdım.

Bugün artık çok uzaklarda kalmış gibi gelse de, o radyoda program yaptığım için mutluyum. İlk programımda çaldığım çoğu grubu hala çok seviyorum ilginç bir şekilde. Bir çoğu bana etiket gibi yapıştı; öyle ki beni o dönemden beri tanıyanların çoğu Smiths, Auteurs ya da Afghan Whigs’ i benimle birlikte anıyorlarmış. Doksanların başından beri birlikte yaşıyoruz bir bakıma. Nereye gitsem yanımdalar: Dikmen’ in yokuşunun titreten ayazından Alsancak’ taki çatı katında tatlı tatlı esen melteme, Tunalı pasajındaki tozlu plakçılardan Hollanda’ nın bedava festivallerine, yazlıkçıların istila ettiği Gümüldür’den uçsuz bucaksız yalnız Patara sahiline, Eskişehir’in Porsuk kenarındaki bir öğrenci kafesinden rusların bile sadece haftasonları hatırladığı uzak bir rus kentine kadar hep onlarla birlikteyim. İyi ki varsınız, sizin eşliğinizde herşey olduğundan daha güzel ve anlamlı. Çok teşekkürler, bunca zaman eşlik ettiniz; sizi bana bulaştıran dostlarımı ve o aziz radyocuları mahcup etmediniz.

6 Ağustos 2008 Çarşamba

The Beast Inside - Inspiral Carpets

The Beast Inside
Inspiral Carpets

Ah şu “wah-wah” gitarlar yok mudur, ki üstüne kuvvetli bas gitarlarla “hadi hep beraber göbek atalım” ritimleri döşenmiştir? Gençler ve ortamlardan bir türlü kopamayan sürüngenler hoplayıp zıplayarak ritimlere eşlik ederken, çaktırmadan ve yavaşça gücünü arttırarak, cila niyetine, kesik kesik klavye melodileri ve yayarak söylenen vokallerle tamamlanınca müzik, ortaya tadından yenmez Madchester akımı çıkar. 80’ lerin sonu, 90’ ların başında “Hayatımız hoppidi” tarzı gruplar çıkıp milleti kıvırttı. O dönemde ne kadar ilgili de olsanız globalleşmenin henüz dışında olduğunuzdan güncel olabilmeniz bir hayli zordu. Bir de Amerikanın pompaladığı müziklerin dışındaysa ilgi alanınız, onları duymuş ve dinlemiş olma ihtimalinizi bile severdiniz, hele ki kilometrelerce uzaktaysanız.

Oysa onlar Oasis’ den çok daha önce çıkmışlardı. O kadar kafa da ütülemediler hiçbir zaman. Havaya girmediler ama, her zaman aynı sağlam duruşlarını sergilediler onca zaman boyunca. Benim için başlangıç The Charlatans ile oldu. İlk kez 1994 yılında tanışmıştım. O sıralar Shakespear’s Sister çok popülerdi ve uçuk, post-punk dan da öte klibiyle dikkat çeken “Stay” adlı şarkıları dinleyende bağımlılık yapıyordu. – Benzer ambianslı klipler “Losing My Religion”, “Sleeping Satellite” ya da “Tainted Love” adlı hit şarkılar için de yapılmıştır ama, aynı etkiyi yaratmaktan çok uzaktır.- Ben de “Stay” in de içinde olduğu karışık bir kaset satın almıştım -hala dinlerim öyle ki kasetlerin dayanıksız olduğu tezini çoktan çürütmüştür, kaç kasetçalar eskitti bilemiyorum- James ve Nick Cave gibilerin yanında, ne mutludur ki “Weirdo” adlı fan fini fin fon, göbek havası Charlatans klasiğini de barındırıyordu.

Bir insanın en iyi eğlencesi evine davet ettiği arkadaşlarına yeni keşfettiği müzikleri dinletmek olabilir mi? Eğer hep takıldığı mekanlarda paso Accept gibi tekdüze ve basmakalıp, sinir bozucu müzikler çalıyorsa, eğer kendisi müzik yapamayacak kadar tembelse ya da araştırıcı veya değerlendirici olmayı yeğlemişse, pislik dolu küçük mekanlarda “indie gecesi” yapma fikrini destekleyecek dostları yoksa olur. Hem de bal gibi olur. Birkaç şişe acıbadem likörü alınır, bir odaya kapanılır, “bak bunu yeni buldum” ya da “bak bunu da seveceksin” diyerek zorla Thousand Yard Stare, Stone Roses veya Curve dinletilir. İlerleyen saatlerde duman çıksın diye balkon kapısı aralanır, tekel iyice güzel etkisini belli edince Rage veya Therapy? ile muhabbet koyulaşır, kafaların bir milyon olmasını müteakiben olur olmadık maceraların anlatıldığı özel bölüme geçilirdi. Çift kasetli teyplerde bir yandan son çıkan Sonic Youth albümü dinlenirken bir yandan da kaydedilir, ödünç aldıkları kasetlerde sevdikleri şarkıları işaretleyen kızların muhabbetleri yapılırdı. Bu gizemli sütün gizemi de nerden geliyor diye boşuna kafa yorulmaya başladığında, anlaşılırdı ki iyi geceler demenin zamanı çoktan gelmiştir.

“Weirdo” nun yarattığı merakımı kurcalarken, Madchester akımının yarattığı sansasyonun etkisini yitirdiğini gördüm. Stone Roses’ un klasikleşeceği belliydi, Happy Mondays ise yeraltı dans müziğine göz kırpmaktaydı. Hala aynı tarzı sürdürenler birer ucube miydi? Evet, hafif endüstriyel, gürültülü pop müziği o dönemde çok çekiciydi ama Primal Scream ve Kula Shaker gibilerine itinayla mesafeli kalarak yaptığım arayışları, ne mutlu ki Inspiral Carpets ile nihayete erdirdim. Life albümünü döndürmeye başlamıştım; uzayıp giden bir klavyeler silsilesi, hayal kırıklığı ve umut arasında gidip gelen şarkı sözleri ile Madchester’ ın biraz dışında bir romantik pop ile müşerref olmuştum. Life’ da işaretleri verilen hüzünlü huzursuzluk ise The Beast Inside ile zirve yapmaktaydı. Önce “Born Yesterday” kucakladı beni, kendi içinde birkaç kez başlayıp biten bir parçaydı, “Biliyorum acı verici ama, bir gün sen de anlayacaksın” diyordu. Sonra Mermaid ve The Beast Inside ile albüm bende saplantı haline dönüşmüş oldu, son 15 yılı değerlendirdiğimde açık ara en çok onu dinlemişim. Çarpıcı ve bir girdapçasına insanı çeken klavye melodileri, hızlanıp yavaşlayan bir ritim, tam bitti derken bas sololarıyla hareketlenen sürprizli şarkılar aklıma geliyor, bütün bu dinletilerin sebeplerini sorguladığımda.


Bir kez daha “High Fidelity” filmini izledikten sonra en sevdiğim albümlerin ilk beş listesini yapmak aklıma geldi. Filmdeki başrol oyuncusu her olayla ilgili bir ilk beş listesi yaparak kendini anlatıyordu. En sevdiği tüm zamanları ilk beş şarkı listesi sorulduğunda ise bir hayli zorlanmıştı. Hangi albümü ya da şarkıyı daha çok sevdiğimi kestirmek oldukça zor diye düşündüm ve şimdiye kadar hangilerimi en çok dinlediğimi hesap etmeye çalışarak listemi oluşturdum. Tabii ki liste başı The Beast Inside olmuştu:

The Beast Inside - Inspiral Carpets
New Wave - The Auteurs
Parklife – Blur
Suede – Suede
Songs of Faith and Devotion - Depeche Mode

Müzik hakkında düşündüğümde, ilk beşimde neden bir Stones olmadığını, ya da neden Blonde on Blonde hakkında genelden farklı görüşlerim olduğunu, ya da neden Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band’ i dinlemek için herhangi bir istek duymadığımı sorguladım. Aslında müzikten anlamıyor muyum? Neden klasik pop-rock grupları söz konusu olduğunda kimseyi Pretenders’ ın ya da Neil Young’ ın üstünde göremiyorum? Neden doksanların indie, alternatif müziğine takılmış gidiyorum? Bir on yıl sonra standart diye nitelendirilebilecek müzikle daha da ilgili olacak mıyım? Norah Jones yanımdan geçse tanımam, hiçbir şarkısının adını bilmiyorum, tek haberim olan bazı kızların bu tarz müziği takdir ediyor olduğu, o kadar. Bu anormallik mi? Sanırım değil. Müzik dünyası geçmişiyle ve yeraltında kalmış güzellikleriyle o kadar büyük ki tümünü birden takdir edebilmek mümkün değil. Belki de kendi ilgi alanıma daha iyi kanalize olabilmek için Norah ablaya kulağımı tıkadım. Bu konuda yalnız olmadığıma inanıyorum. Zaman zaman benimle benzer zevklere sahip kişilerin hiç de az sayıda olmadığını fark ediyor olmam - İstanbul’ da James konseri düzenlenmesi, Radyo Eksen gibi bir radyonun varlığı, internet üzerinden Levellers albümlerini paylaşan insanlar olabilmesi gibi - yalnız olmadığımı gösteriyor herhalde. Birleşip bir araya gelsek çok daha mutlu olacağız. Ey dünyanın indie severleri, birleşin ve yönetimi ele alın!

İlk beşimde çok sevdiğim ve dilimden düşürmediğim bazı grupların olmaması da ilginç tabii. Belki de en sevdiklerimle en çok dinlediklerim farklı olabilir diye düşünerek ikinci bir liste yapmaya karar verdim. Bu çok daha zorlayıcı bir süreç oldu çünkü hangi plağı daha çok sevdiğimi anlayabilmek için ruhumun ve bilinç altımın bazı gizli noktalarını fark etmem, bazı sıra dışı olayları hatırlamam gerekti. Ada Müzik dükkanında öylece bakınırken Afghan Whigs’ in çok az bilinen Up In It albümünü bulduğumda yaşadığım sevinç, Pavement’ ın tüm albümlerini kopyalayıp benim evimde unutan arkadaşımın bende telefonunun olmayışı, postayla Norveç’ ten birinin bana hediye olarak üç The Smiths albümü göndermiş olması gibi garip olaylar. Yine de hiçbir garip anıyla bağı olmamasına rağmen Inspiral Carpets’ den vazgeçemiyorum:

Suede – Suede
The Beast Inside - Inspiral Carpets
Louder than Bombs – The Smiths
New Wave - The Auteurs
Sci-fi Lullabies - Suede

Liste dışı kalanlar sanki bana sitem edecekmiş gibi garip bir hisse kapılsam da aşağı yukarı böyle bir şey çıkıyor. Koskoca müzik alemindeki, benim on sekiz yıllık ortalama zevkimden böyle garip listeler çıkacak tabii, içinde Bob Dylan ya da Van Morrison yok henüz. Çünkü bu listede müzikten çok hayal kırıklığı, terkedilmişlik, dışlanmış hissi, şehirlerin yalnızlığı, yaşananlara anlam verme özlemi var. Bunlarda müzikten çok hüzün var, içten gelen haykırışlar, başkaldırışlar var. İşte bizim neslimizin özeti bu müziklerde, zamandan bağımsız bu liste hep yaşayacak, bahsettiğim duygular içlerimizde varoldukça bizler için pek ümit yok.

29 Temmuz 2008 Salı

Hang On To Your IQ - Placebo

Hang On To Your IQ
Placebo

Gerçek anlamda ilk kez bu tarz müziği Adorable ile duymuştum. Çok sevip ezber etmiştim albümlerini ama kitlelere hitap edecek bir grup olmadığının farkındaydım. Coldplay’ in “Yellow” adlı klibi henüz TV lerde görünmemişti o zaman. Yine de birilerinin bayrağı taşımak için olmasa bile, biraz da yan etkileşimlerle sevilebilir ritmik gitar müziğine el atacağını hissetmiştim. Tam kendi kendime: “Hani, ara ki bulasın. Kim yapar ki tam da seveceğin böyle tarife göre müzik?” derken, Placebo’ nun ilk albümünü işte tam bu aralarda dinledim. Evet çok fazla tekrar vardı, üç cümleden oluşan –üç dize daha doğrusu- bir parçaydı ama ritmik gitar melodileri birbirini izliyor ve giderek etkisini artırıyordu, gücünü kaybetmeden ve hiç bir distorsiyonu da işe katmadan sona varıyordu. “Bionic” adlı parçadan bahsediyorum; çok da aramama gerek kalmamıştı, istediğim bol ve parlak gitarlı ritm bombardımanı tam da karşımdaydı.

2000 yılının Aralık ayında bir gün Placebo ile konser ortamında da müşerref olmuştum. Konserin yaş ortalamasının 15 olması oldukça şaşırtmıştı tabii. O gün grubun hedef kitlesinin benim gibi her daim genç kalacağını zannederek dinazorlaşan abiler olmadığını farketmiştim. Alttan ve yüksek sesli yankılarla, yokuşlardan köpüklene köpüklene akarak, kendinden öncekilerle pek alıp vereceği olmayan - olsa da takmaz zaten – bambaşka bir kitle geliyordu. O gün bizim devrimizin sona geldiğini anladım. Kafiyeli şarkı sözlerinin hiçbirini bilmiyorlardı, oysa pek çoğuyla trende tanıştığım, dönemdaşım Ankara’ lı biladerler trende uyumak yerine son albümü ezberlmekle meşguldüler. Böylece, konsere gitmek üzere Ankara’ dan gece ekspresine binip yemekli vagonda muhabbet etmenin konserin kendisiden daha hoş ve faydalı bir faaliyet olduğuna iman getirdim.


Belki de yeni nesil, bu sesi güzel, görüntüsü bozuk grupla daha bir özdeşleşiyordu. Ancak kulaklarını tıkadıkları kafiyeli şarkı sözleri smiths-vari triplere yönelmekteydi. (Bkz. Protect me from what I want) Genel ilgiden mütevellit Placebo ve Coldplay gibilerden biraz uzak durdum. Bir yandan da seviyenin dibe vurduğu, midenin kaldıramayacağı iğrençlikte hip hop tarzının bangır bangır pompalanmasının sıradan olduğu, önüne gelenin “arenbi dinlerim” dediği ortamda gençlerin White Stripes vb. dinlemeleri hiç yoktan iyidir deyip, bir yandan “la havle” çekip züğürt tesellisi ile sukünet bulmaya çalıştık. Ama eski güzel parçaların içi boşaltılmış tekdüze yorumlarla zencileştirilmesi sinirimizi fazlaca bozdu ki, çoğumuz “Artık yeter!” deyip fişi çektik maalesef.

Daha kötüsü, zencileştirilmiş erkek egemen toplumsal anlayışın genel geçer müziğe hakim olduğu bir ortamda, rock havarilerinin bir kısmının escincellikle anılıyor olmasıydı. Bunalımlı şarkı sözlerine eşlik eden siyahla kaplanmış göz ve tırnaklar pek ilgi çekiyordu. Belki kendileri de bunu biraz körüklediler ama adı bir şekilde Bowie ile anılan Suede ve Placebo gibileri eşcinsellik dışında bir konuları yokmuşcasına algılandılar zaman zaman. Çok yaygın bir yanılsamadır kanımca, onların müziği eşcinsellik bayraktarlığından ibaret kültürel ve politik bir basmakalıba indirgenmiştir maalesef. Bu yanlış anlama gruplara, müziğe ve müzikseverlere yapılmış büyük bir haksızlıktır. Benzer yanılsamalar pop müzik tarihi boyunca hep süregelmiştir. Herkes nasibini almıştır bundan. Mesela Beatles üyeleri çekmeden müzik yapamamaktadır, Suede eşcinseldir, tüm jet pilotları Van Halen dinler, en büyük protestocu Joan Baez’ dir vs.vs. Koca gazete ve dergi sütunları bu tip gerçekten çok da uzak olmayan ama gerçeğin de bütünü kapsamayan genel kabuller ile işgal edilmiştir ister istemez. Herkesin de işine gelmektedir bu durum, Suede hakkında rakı muhabbetlerinde ahkam kesmeyi kolaylaştırmaktadır. Halbuki “Europe is our playground” u hiç dinlememiş olanlar Suede hakkında boş konuşmuş olmaktadır ve bundan da haberi yoktur.

Tüm bu genelleme ve kabullenme kaosuna rağmen müzik hakkında yazılıp çizilecektir, okunacaktır; okunmalıdır da. Ama müziğe içermediği anlamlar yüklenmemelidir. İçindeki hassas ve ince güzelliğin uçmasına izin vermeyin ne olur, onu atıp, yontup tüketmek yerine paylaşarak çoğaltın. Dinleyenin bildiğinden fazlasını bilecek bir yorumcu yoktur. Müziği kulağıyla keşfeden okuyarak keşfedenden çok daha değerli bir hazineye sahip olacaktır. Evet Placebo, Bowie müziğiden etkilenmiştir ama sadece o kadar, onlar birer Ziggy Stardust değildir, yeni bir “Ashes to Ashes” yapmaya niyetleri yoktur. Onlar doksanlarda yola çıktılar, günümüzdeki dinleyiciler artık ancak direkt bir anlatımla yakalanabilir diye düşünmüş olacaklar ki, “Scared of Girls” ya da “Taste in Men” gibi şarkılar yaptılar. Bazen işin dozunu kaçırıp albümlerini sağlık reçetesine dönüştürdüler ama beni ve trenle Ankara’ dan gelen dostlarımı “Black Eyed” ile – Bu nakarattaki ikinci kelimenin uzaltılarak söylenmesi hala ilgi çekici bir aktivitedir - çoşturmayı başardılar. Çok sevilmese de, konserlerde çalınmasa da benim dilimden hiç düşmeyen, sürprizleriyle beni yakalamış olan, mütemadiyen mırıldandığım “Hang on to Your IQ” çok başkadır. Pek de saftır, çekip çekip uçma isteği verir ama sonrasında getireceği hüznü de aynı potada barındırır, sakince gitar melodisinden ibaretmiş gibi gelir ama davulların en süslü olduğu parçadır. İtiraf edeyim on yıldır, herhangi bir müzik çalardan çok zihnimi ve dudaklarımı meşgul etti.

Aslında geçmiş on yılı düşünürken bir yandan da gelecek on yılda nelerle meşgul olacağımı da düşünmeden yapamıyorum. Zaman zaman sanki bir hastalık hastasıymışcasına kendimi nelerden korumam gerektiğini düşünür oldum. Gelecekteki halimin nasıl olacağından çok, çocukların büyüdüğünü, umut ettiğim gibi Adorable gibi nice grupların çıktığını, ortalama müzik zevkinin değiştiğini, trenle gideceğim yeni konserleri, ska gruplarını izleyerek geçireceğim eğlenceli Cumartesi gecelerini, yeni açılacak kafeleri ve barları, ilk Placebo albümünde şahit olduğumuz parlak gitar tınılarına sahip nice albümün veya Frank Black’ i tarzanlıkta sollayacak solistlerin çıktığını ve onlarla beni tanıştıran genç insanları görmeyi merak ediyorum. On yıl sonra bile “Hang on to Your IQ” yu ya da “The Everlasting” i mırıldanacak mıyım, yoksa onları unutturacak nicelerini mi dinliyor olacağım? Sırf bunları görmek için kendimi biraz olsun kısıtlamalıysam da olsun, değmez mi sizce?

http://rapidshare.com/files/133780500/05_Hang_on_to_Your_IQ.wma.html

19 Mayıs 2008 Pazartesi

Spellbound - Siouxsie and the Banshees

Spellbound
Siouxsie and the Banshees

Aptal aptal televizyona bakarken o davulları duymak isterim bazen, kalkar Juju’ yu koyarım kasetçalara. Ayrı alemlerde takılan gitarlar ve baslar birbirini bastırmaz. Üzerine Siouxsie söyler ve böyle bir tınıya başka şekilde tanık olmak imkansızdır. Buna punk denemez, post-punk hiç değildir, gothic falan da anlamsızdır. Tanımlamaların ve isimlendirmelerin gazeteciler ve işbilir müzik yazarları tarafından uydurulduğuna inanırım. Gotik demeseler Banshees’ i anlatamayacaklar sanki, bunlar bir takım yaratıcılık düşmanı insanlardır, adam yaftayı yapıştırıp geçer. Bu gotiktir, bu britpoptur, falan filan vesaire. Britpop diye tabir edilebilen The Auterus ve Pulp arasında ortak özellik bulmak imkansızdır halbuki. Siz bunlara takılmayın sakın.

Gotik mimaride olur deyip bu bahsi kapatmak en iyisi olur. O tip mekanları andıran black metal grupları olabilir ancak bizim bildiğimiz pop kültüründe pek anlamsız kaçıyor. Gotika adlı filmde bile neyin gotik olduğunu kaptıramamıştım. Belki de David Lynch çok daha gotik idi. Bizim gençliğimizi etkileyen en önemli sanatsal olaylardan biri de Lost Highway’ di. Bu filmdeki en etkileyici şarkı “I Put A Spell On You” idi. (Konu başlığı ile benzerliğe dikkat!) Çok eski bir şarkının yorumuydu ama. Filme ve gruba çok yakışmıştı. Keşke bir miktar büyü yapabilseydim diye hayal kurmaya başladım, bayağı işime yarardı, kendini bişey sanan ablaların burnu sürtülmüş olurdu biraz. Büyüyü Warcraft oyunundan ayarlardım, ne de olsa “Not Enough Mana!” diye bağırarak ölme durumu söz konusu değildi. Yalnız diğerlerinin de bana büyü yapmalarının önü açılmış olurdu. Başıma kendimin açtığından daha fazla dert açamaz herhalde kimse. Her ağacın kurdu özünden olurmuş, Afghan Whigs in dediği gibi: Tek düşmanım var, kendim.

Yazıya mevzubahis olan ritmlere dönelim isterseniz. O davullardır ki flamenko dansçısına bile eşlik edebilir. Benzerleri “Hong Kong Garden” veya “Arabian Knights” da da bulunabileceğinden grubun enternasyonelliğe olan özlemi görülmüş olur. Hepimizde biraz var sanırım bu tarz bir özlem, en azından uluslararası müziğe meraklı olanlarda. Aysun Kayacı bile başka ülkelerin erkeklerine olan merakını televizyon aracılığıyla duyurmuşken, bizim uluslararası olmaya özlem duymamız çok da beklenmedik bir durum olmasa gerek. Sırt çantalı gezginleri ele alalım örneğin. Aslında amaçları sadece gezip görmek olsaydı daha komformist olacaklarını düşünmez miydiniz? Ne gerek var, katıl tura üç günde venedik, floransa biter. Yerel halkı tanımak, oranın havasını koklamak, yemeklerini yemek, pazarından sebze almak, birasının tadına bakmak, müzisyenlerini az da olsa dinlemek, toplu taşıma araçlarına binmek gittiğiniz yer hakkında size daha çok şey öğretecek hem de sizde daha çok anı bırakacaktır. Minsk’ e gittiğimde örneğin, yılda bir düzenlendiği rivayet edilen köyün delileri toplantısından kaçmış olduğuna inandığım bir grubun konserine tanık olmuştum. Herhangi bir modern sanat müzesini gezmiş olmaktan daha çok iz bırakmıştır bende.



Banshees de bende iz bırakmıştır ama yine de büyük bir Banshees hayranı olduğum söylenemez. Doğrusu Juju, Peepshow ve Tinderbox albümlerini ezberleyecek, kasetlerini eskitecek kadar dinlemişimdir ama biraz modern müziğe meraklı hemen herkesin “walkmen” inden geçmiştir bunlar. Tüm Banshees albümlerine sahip olan yakın bir dostum sayesinde benim de rafımda en çok yer kaplayan grup olmuştur. İndirme çıktıktan sonra tüm albümleri iki CD’ ye sığdırıverdim ama çoğunu pek sık dinlediğimi söyleyemem. Evet, bahsettiğim eşsiz grup tınısı sayesinde bugün ve gelecekte canlılığını ve gücünü koruyan/koruyacak “Candyman”, “The Killing Jar” gibi hitlerini dilimden düşürmem. Evet, onlar kadar orjinali kadar güzel yorumlar kaydetmiş başka bir grup yoktur yeryüzünde. Evet, Siouxsie’ nin metal aksesuarlı kollarını göğsüne bastırmış, kabarık saçları ve simsiyaha boyanmış gözleri ile hüzünlü bakışlı fotoğrafı hep zihnimdedir. Ama kendime itiraf etmeliyim ki onlara olan ilgim vakti zamanında fazlasıyla punk olmaya özenmiş olmamdan kaynaklanıyor. Onları çok sevmemin önemli bir nedeni de, yine bir zamanlar basgitarist olmayı hayal etmiş olmam ve Steven Severin’ i gözümde çok büyütmüş olmamdır. Grup uzun kariyeri boyunca müzikal bir evrim geçirmiştir, tüm albüm birbirinden farklıdır, belkide bu yüzden olacak arada hastalıklı parçalar da çıkmıştır. Bunlar benim sevdiğim o insanlar olamaz diye düşünmüştüm Superstition albümünü dinlemeye çalıştığımda. Fatih Akın o kadar önemsememiş olacak ki bu detayları ödüllü bir filminde kocaman bir Siouxsie posterini dekor yapmıştır; filmin başrol oyuncusu Sisters of Mercy eşliğinde bu poster önünde dans edip “Punks not dead” diye bağırmıştır. Ben odama bile bir Siouxsie resmi koyamadığıma göre Fatih Akın benden çok daha büyük bir Siouxise hayranıdır.

Her ne kadar gücünü zamana karşı korumakta olsa da “Spellbound” u 19-20 yaşlarında olarak ilk yayınlandığı yıllarda duymuş olmayı dilerdim. İçimde çok daha güçlü bir enerji yaratırdı, ilk defa radyoda şans eseri karşılaşmış olsaydım. Yakınımdaki büçük bir barda konser verselerdi, sahneye çıkıp kalabalığın üstüne atlamak keşfedilmiş olur muydu bilmiyorum ama onlarla ilgili birkaç konser anım olsaydı keşke. O kadar büyütmeyelim; öğrenme arzusuyla kağıt ve kalem eşliğinde takip etmiş olduğum müzik programlarının birinde kliplerini raslantısal olarak görme şansım olabilirdi. O zaman grubun sağlam hitlerini gençlik anıları ve tazeliği ile özleştireceğimden farklı anlamlar yükleyebilirdim. Yıllar sonra tüm albümlerini toptan edinip değerlendirdim, bundan ötürü Sioxsie ile ilgili yapılması gereken faaliyetleri aşağıdaki gibi özetleyerek meraklılarına doğru ipuçları vermiş olacağıma inanıyorum.

- Bir Siouxsie tşörtü edinip üstünüzde paralanıncaya veya soluncaya kadar giymek;
- “Happy House” klibini izleyip, sanat yönetmenini ve Siouxse’ nin hayal gücünü takdir ederek gülümsemek;
- “Cannons” u bir küçük, salaş ama kalabalık bir mekanda çalmak/çaldırmak;
- Kimsenin sizi göremeyeceğinden emin olmak kaydıyla, sesi sonuna kadar açıp “Mirage” , “Paradise Place”, “Arabian Knights” ve “Spellbound” u sırasıyla dinleyerek odanın içinde hoplayıp zıplamak;
- Filth and Anger filminde Siouxsie ilgili kısımları izlemek

Listenin uzatılması mümkün elbette, en kritik olanlarını yazmak istedim sadece. İlave olarak, odanızda yüksek sesle dinleyeceğiniz parçaları arabanızla aydınlık bir yaz günü pikniğe giderken dinlemeniz önerilir. Bu sayede henüz piknik yerine varmadan güzel bir gün geçirmeye başlayabilirsiniz. Yalnız, kara yolculuğu esnasında hızın ve önünüzden geçen görüntülerin değişkenliği yardımıyla psikolojik olarak dinlediğiniz ritmik müziklere eşlik etme eğiliminiz artacaktır. Bu nedenle bu faaliyet pek çok farklı grup ve müzik için de önerilebileceğinden Banshees için özel olmayacaktır. Bu psikolojik etkinin gücü yadsınamaz. Sırf bu etki yüzünden “Born in the USA” gibi embesiller için yapılmış şarkıları bile söylerken bulabilirsiniz kendinizi. Sonra dilinize yapışabilir anlamsız bir nakarat, olmadık yerde söyleyip rezil olursunuz. Halbuki onun yerine “If I was to say to you, girl you shouldn’t get much high” derken yakalansanız – Duyan kişilerin Jim Morrison’ u tanımasına gerek olduğunu da sanmıyorum. - istemeden karizma yapmış oluverirsiniz, hatta namınız bile yürüyebilir. Dinlediğiniz radyonun önemini anlatmak için yazıyorum bunları. Çok sevdiğiniz, motor ve yol gürültüsünü bastırmak için dinlediğiniz popüler bir radyoda hergün Abba çalabilir ama bir gün bile Depeche Mode duyamazsınız. Maalesef istemeden anlamsız müziklere maruz kalıyoruz radyo dinlerken. Bunların bir kısmı nakaratları sürekli yinelendiğinden veya tümden “loop” lardan oluştuğundan – Örn. Chemical Brothers – hafızada daha kolay kalacaktır. Bunlar kitleleri etkilemek için özellikle düşünülmüş formüllerdir. Gerçek müzikseverler bunlardan itinayla kaçar, belki de bu yüzden kendi albümlerini dinlemeyi yeğlerler. Onlar için üretilmiş radyo programları maalesef azınlıktadır. Yukarıda bahsettiğim şekilde radyoda şans eseri “Spellbound” u duymuş olmak aslında, Türkiye’ de büyüyen bizler için hayalimsi bir temenniden ibarettir.

Biz en iyisi arabamızda Juju ‘ nun bir kopyasını bulunduralım, mütemadiyen dinleyebilelim. Hafızamızda radyodan gereksiz yere pompalanan eserlerden daha çok yer tutsun, beynimizin kıvrımları arasında dolaşsın, kılcal damarlarımıza kadar sinsin ki Budgie’ nin davullarını, Mc Geoch’ un gitarlarını duyumsayabilelim, hatırlayabilelim. “Spellbound” un unutulmaz edebiyat eserleri kadar şiirsel olmadığı ya da klasik Beatles parçaları kadar dokunaklı olmadığı konusunda hemfikirim. Ama yine de özgün müzikseverler tarafından özü inkar edilmeden, gizemini ve sihrini koruyarak tüketildiğinden olacak, bizim çocuklarımız yaşlanıncaya kadar dinlenecek, kolay kolay eskimeyecek.
Bulent Tekin
Mayis 2008

23 Nisan 2008 Çarşamba

Hunger Strike - Temple of the Dog

Hunger Strike
Temple of the Dog

80’ lerin sona ermesiyle Rock aleminde hızlı bir imaj değişimi gerçekleşti. Bu gerçekten gerekli idi, çünkü Rock ve Heavy Metal yıldızlarının gerçek dünyayla aslında bir bağlantısı yoktu. Tamamen yapmacık bir görüntü sözkonusuydu. Öyle ki metalci olarak tabir edilen gençlik bile diğerleri tarafından ucube gibi görülürdü. Bu dönemin sonunda kimse artık yerden yarım metre yüksekliğindeki dumanlara katlanmak zorunda kalmayacaktı. Konserlerde sahnede patlatılan dev maytaplardan ya da ateşlerden yaralanan olmayacaktı bundan böyle. Kimse sahne arkasına paraşütle inmiş gibi yapıp bir stadyum dolusu insanı kendine güldürmeyecekti. Makyaj yapıp bikinili kızları etrafına toplayan yıldız görüntüsünden kurtulmuştu insanlar. – David Lee Roth’ dan daha iğrenç kim olabilir sorusuna gerçekten yanıt yoktur. - Ne zaman ki tayt giyen adamlar sahnelerden kayboldu, bu olaya hiç üzülen olmadı; “Still Loving You” nun klibinde konseri sahnenin en önünden izleyen kız dışında. O ciddi bir biçimde Michael Schenker’ in sanatına hayrandı.

Herkesin farklı bir hikayesi vardır ama pek çoğu gibi benim için de olay Pearl Jam’ le başladı. Alice In Chains ve Nirvana gibileri doksanların başında ortaya çıkıp görüntüyü tamamen değiştirdiler. Onlar daha sıradan görünüyorlardı, üstte başta yoktu. Fazlaca çekiyorlardı belki ama Jim Morrison gibi kopup gitmiş bir halleri yoktu. Doksanların başından itibaren buram buram depresyon aşılamaya başladılar. Giderek çoğu zamanlarını kasvetli odalarında grundge dinleyerek geçiren, kendine bakmayıp paspal giyinen, tripten tribe girmeye eğilimli bir kalabalık oluşmuş oldu. Bazıları bu yeni akımı sıkıcı buldu, “Everything About You” gibi suya sabuna dokunmayan şarkılar, Extreme gibi yapmacık gruplar dinleyip takılmaya devam ettiler. Doksanların bunalımlı atmosferi ise Grant Lee Buffalo’ nun “Fuzzy” sinde vücut buluyordu. - Sevenleri bir komün oluşturup bir evi işgal etseler direkt katılabilirdim o dönem.- Bir tane Pearl Jam yetmemiş olacak ki bir de Stone Temple Pilots çıkmıştı. “Creep” diye eşsiz triplerde parçaları vardır. İsmi aynı olan Radiohead klasiği ile karıştırılmamalıdır. Hangisi daha moral bozucudur bilemiyorum. Ancak Radiohead’ ın parçası “Bisikletçi” adlı psikopat eğilimleri mavi görsellikle birleştirebilmiş Vietnam filmine müzik olmuştur ve o dönem gençliğini derinden etkilemiştir. Sinir bozucu şarkılar yapmakta grunge gruplari birbiriyle yarışır hale gelmiştir adeta. “Fell on Black Days” ya da “Drive” gibi marşları dilinden düşürmeyen bir gençliğin ruh halini düşünün artık. Bunalımdan zevk almak zorundadır, ne yapsın. Öte yandan Seattle kentinden gelen bu yeni akımın sahipleri yalnız değillerdir kuşkusuz. MSP “She is Suffering” ile bayağı bir üzer, yaralar. Sıkça bu şarkıyı dinleyen genç bayların sosyal yardım almaları gerekmiştir. Radiohead ilk iki albümünde karamsar temalar işlemiş olsa da “Let Down” a gelindiğinde şarkıyı yapanların olduğu kadar dinleyenlerin de ruh hali “Vah vah!” veya “Yazık Garibe” nidalarıyla izlenmiştir.


Belki de bu kadar mutsuz eserler vermiş olmalarına rağmen bunca klasik çıkarmış olmalarının nedeni hayata karşı ciddi olmalarından kaynaklanıyordu. Doksanlardaki çoğu grup New Model Army kadar ciddi olmak istediler. Yine de hiçbiri bu konuda “The Hunt” ın yanına bile yaklaşamamıştır o ayrı. Bir farkları vardı öncekilerden: Toplumsal değil kişiseldiler. Politik olacak kadar okumuş değillerdi çünkü. Dönemin gençliği kendisiyle o kadar meşguldü ki çevresiyle olup bitenin pek de farkında değildi. Ancak boş değildiler ve bir duruşları vardı. Belki de bugünkünden daha güzel albümler yapan RHCP bile o zamanlar ciddiye alınmadığı için geri planda kalmıştı. Kendileri de “Arkaşlarım depresyonda” diyerek olaya ışık tutmaktadırlar. Oysa onlar tribe girmezler hiçbir vakit, e kolay mı üzerinde sadece çorap teki varken sokakta gezmek, “Coffee shop” da buluşup Iggy Pop gibi dans etmek. Şimdilerde grup müziği popülaritesini yitirdiğinden rakipsiz kaldılar. Bugünlerde ne kadar çaresiz olduğumuzu Flea’ nın kendisini dinleyenleri grup kurmaya davet etmesinden anlıyoruz. Birşeylerin tekrar edeceğini umarak, günümüzün hakim pop akımlarının sahneden kaybolmasını azimle bekliyoruz.

Herkes o dönemde mutsuzluk pompalamadı elbette. Arada bir de Spin Doctors diye yeni nefesler çıktı ve karamsarlıktan uzak, eğlenceli, romantik ve naif şarkılar yaptı ki; unutulmazdır. Kim başka “Cebim kriptonit dolu” ya da “Beni elde edebilecekken nasıl onu isteyebildin ki?” diyen şarkılar yapar ki? Doksanların başlarından itibaren hummalı bir biçimde bunalım takılanlan rock gençliğinin üstündeki bulutlar sonradan dağılmaya başladı. İnsanlar “Mr.Jones” diye bağırıp dans eden bir adamı izleyerek eğlenmeye başladılar. Hatta garip bir şekilde, anlamsız şarkılar yapan Sherl Crow’ un yıldızı parlamaya başladı. Her malın bir alıcısı vardır tezi ispat olmuş oldu böylece. Diğer yandan ise Veruca Salt geliyordu. Alternatif kız gücü Breeders den nasibini almamış olanlar, henüz vakit varken “Metallica’ yı bırak Elastica’ ya bak” diyemeyenler ve Hole’ u izlerken midesi kalktığı için bu kulvardan uzak duranlar Veruca Salt ile altın bulmuş gibi oldu. Her indie sever gencin rüyası “Number One Blind” ile gerçeğe dönüşmüş olur. İlik gibi ablalar, Pixies kadar çiğ bir sound; gerçek olamayacak kadar güzeldir. O dönemin diğer bir unutulmaz neşe kaynağı da “No Rain” ile Blind Melon’ dur kuşkusuz. Yeşil çalılıklar içindeki performans klibini yağmurlu günlerde izlemenizi öneririm. Sizin üzerinizde de size özel bir güneş parlatacaktır.

Doksanlarda Kurt Cobain’ in beklenmedik intiharı tam bir şok etkisi yaratmıştı. Çoğu için bir silkinişe vesile oldu bu olay. “Nereye gidiyorum? Toparlanmalıyım yoksa bir gün bende bir gün uçurumun ucuna gelebilirim.” diyen gençler yavaş yavaş sağa sola kaçmaya başladı. Grundge da zaman içinde az inlenir oldu ama geriye klasikler kaldı. Soundgarden ve Pearl Jam elemanlarının sentezlenmesiyle ortaya çıktığı zannedilen proje grubu Temple of the Dog tek bir albüm yapmış olmasına rağmen grundge severlerin favorilerindendir. Sonradan öğrenilir ki aslında bu proje Pearl Jam’ in çıkışından öncesine dayanır. Bilinen ilk grundge gruplarından Mother Love Bone’ un solisti Andrew Wood fazlaca eroin çekmekten mütevellit hakkın rahmetine kavuşur. Onun ev arkadaşı olan C.Cornell, Mother Love Bone elemanları S.Gossard ve J.Ament’ a, Wood için bestelediği iki şarkıyı kaydetmeyi önerir. Proje daha sonra albüme kadar uzanır ve böylece Temple of the Dog ortaya çıkmış olur. Sonradan kurulacak olan Pearl Jam’ in ilk albümü “Ten” in başarısı üzerine “Hunger Strike” 45’lik olarak yayınlanır ve albüm lanse edilir. Ne de iyi olmuştur! “Hunger Strike” tarzının ağır aksak örnekleri içinde pek bir özeldir. Ne de olsa iki süper solisti bir araya getirmiştir. – Üstelik C.Cornell kendini aşmıştır bu parçada. – Grundge çok daha popüler örnekler vermiş olmasına rağmen hiçbirinde ondaki progresif havayı bulamam. Grunge denen tarzın müzikal tam bir özetidir kanımca. Ancak aykırı olarak – “Jeremy” de olduğu gibi - içinde kapananıklığı aşma, ayağa kalkıp haykırma hedefi gösterilmektedir. Ağır aksak, şarkı içinde değişkenlik gösteren ritmleri, gücü ve ritmi artan vokalleri, ciddi bir bakış açısı ve duruşu barındırabilmektedir. “Ne derseniz deyin ben dönmezem yolumdan” mesajı verir. “Down In a Hole” gibi sizi toz toprakta süründürmez.

Fazla birşey üretemeyen günümüzün müziğinden maalesef bir beklentimiz kalmadı. Guano Apes gibileri çıkmayalı da yıllar oldu. Bugün hala yaz festivallerine baş grup olarak Rage Against the Machine çıkıyorsa doksanların bayağı gerisindeyiz demektir. Beck gibi bir genç, sağlam bir vatan evladı yok mu yahu? Var elbette, ancak ruhsuz müziklere prim veren günümüz ortamında yerini bulamıyor. Yıl 2020 de olsa bir gün gelecek devran dönecek. Gel “armageddon” gel, hava dönecek rock’ tan, alternatiften esecek yel. Andrew Wood gibi babalardan göçüp giden de çok ama hala ayakta olanlara ve müziğin ruhuna inanmış gençlere güvenmek istiyoruz. Birilerinin gelip son on yılı müzik sahnesinden sileceğine inanıyoruz.

Bülent Tekin
Nisan 2008

29 Şubat 2008 Cuma

I’m A Rich Man’s Toy - The Auteurs

I’m A Rich Man’s Toy
The Auteurs

Bazı şarkılar var ki dinlediğimde nedense hep bu dünya için yapılmadıkları hissine kapılırım. Ne zaman “Shadow of a Doubt” u dinlesem kendimi mezarda gibi hissederim. Kim Gordon’ un fısıltı yüklü vokalleri, “Hayır! Lütfen bu bir kabus olsun!” diye haykırışı hissimin sebebi olmalı diye düşünüyorum. Bu nedenle çok sevmeme rağmen 3 kezden fazla üstüse dinlemem kesinlikle. Cocteau Twins’ i ele alalım örneğin; kim onların dünyalılara müzik yaptıklarını iddia edebilir? “Theft, Wondering Around and Lost” da hep sabaha kadar zihnimizi zorlayan, bir türlü çözemediğimiz bir sorun yumağıyla uğraştığımız bir rüya halindeymiş duygusu kaplar her yerimi. Ne zaman ki “Teardrop” da şarkı söylemiştir, o vakit yeryüzüne ayak başmıştır kendileri. The Auteurs’ dan “Junk Shop Clothes” ise garip bir şekilde cennete ayak basmışım gibi hissettirir. -Sözleri hiç okumamış olalım- Sanki herşey bitmiştir ve geride kalmıştır, yapacak bir şey yoktur ama gerek te yoktur çünkü olması gerektiği gibidir. Hafif bir aheste çek kürekleri durumu söz konusudur. Ayaklarımı bağdaş yaparım, eklemlerimin hamlığını duyumsamıyorum artık, yerden bir karış yüksekteyim, fış fış kürek sesleri, huzur için uykuya ya da orgazma ihtiyaç yok artık, başka bir boyut, bambaşka.

The Auteurs’ un tüm şarkıları ayrı bir seyahate çıkarır adamı. Akustik gitar rifleriyle coşarsınız. Tamam sizi göl kenarındaki ormanda, ağaçların arasında bisiklet sürmeye yönlendirmez ama sizi içine tıkanıp kaldığınız loş sarı ışıkla aydınlatılmış, fazlasıyla sıcak odanızdayken fiziksel olarak olmasa da bir yerlere götürecektir. O gitar-violonsel sentezi tınıyı duyduğunuzda ACDC ya da Tom Petty dinleyenlerin bir gömlek üstünde konumlanmış olacağınızı söylesem hiç de abartmış olmam. The Auteurs’ u duymuş olmak bile sizin için bir ayrıcalıktır. O kadar havalı bir durum değildir, tişörtünü giyip dolaşamazsınız, “Show Girl” ü mırıldandığınızda tanıyıp atlayabilecek bir karşı cinsiniz ile ömür boyu karşılaşmayacaksınız. Hatta uçuk adam yaftası bile yapıştırılabilir size onlardan çok bahsederseniz. Şanslıysanız sizin güzel kasetlerinizi dinlemeye gelecek ziyaretçileriniz olabilir. Bir tanesi hatta, benim bekar yatağıma uzanıp ordan bana şöyle bir gülümsemişti ama diğer tarafa yıkıp geçecek “Break On Through” cesareti vermemişti onların müziği. Halbuki, Yağmurun Elleri şiirini işaret ederek “102. sayfayı oku, bana seni hatırlattı” diye baldızına asılan adamı ne çok tutmuştum. Bir Woody Allen karakteriydi, gerçek hayatta varolmuş mudur bilmiyorum, ama ilginçtir adam Bach dinleterek takılabiliyordu. Benim bu tarz müzikal başlangıçlarım olmasını dilerdim, ya da Slowdive’ ı benim kadar seven birileriyle aynı odada olabilmek. Tül perdelerin arkasından sokağa bakıp “One Velvet Morning” i birlikte yaşamak.


O kadar havalı birşey olmasa da büyük bir Auteurs hayranı olmak, yine de vazgeçmiyorum. Çünkü dünya üzerinde başka bir grup yoktur ki, dört notalık bir melodiyle dinleyeni bulunduğu ortamdan koparabilsin, kendi hikayeleri içine alıp sürükleyebilsin. Her ne kadar bir birinden güzel de olsalar, maalesef sadece üç albümleri vardır. Herbiri ayrı zamanlarda bağımlılık yaratmıştır. New Wave’ i ezberlemişken radyodaki ulu şahsiyet Hakan Tamar sunmuştu onu, “Siz ve hepimiz” diye. Kaydedip defalarca dinlemiştim o akşam “ I’ m a Rich Man’s Toy” u. O dört notalık melodi fırtına öncesi dinginliktir benim için, ya da fırtınada sığınılacak bir limandır. Bu kadar becerikli olduğu için Luke Haines’ i kıskanıyorum. Ara ara dönüp dolanılıp o dört notaya gelinir dinleyen bendeniz dağılır. Sanki gündelik gürültü ve kaosa mola verilmiştir, bir an için durup sakinleşme fırsatıdır. Ancak bunun için onu yaşamalısınız, yani o dört nota size dokunmalı. O yüzden okul yıllarında ders çalışırken radyo dinleyenleri hiç anlamamışımdır. Eğer amacın ders çalışmaksa, demek ki aslında birşey dinlemiyorsun. Pipo içmekle sigaranın bir farkı vardır. Pipo içerken örneğin, başka birşeyle ilgilenemezsiniz, yoksa pipo kolayca söner vereceği keyif varsa da kaybolmuş olur. Yani pipo içiyorsanız sadece pipo içiyorsunuzdur. Müzik dinerken de sadece müzik dinlenmelidir. – En azından ben şimdiye kadar hep öyle yaptım. Belki de bu yüzden 17 yıl önce duymuş olmama rağmen “Killer” ın sözlerini çat pat da olsa biliyorum; Seal’ in saçlarındaki boncukları bile hatırlıyorum. - Aksi takdirde bir kulağınızdan girip diğerinden vücudunuzu terk edecektir, ruhunuza dokunmayacaktır bile.

Hayattaki her güzel şeyin olduğu gibi onunların da bir sonu vardı. After Murder Park albümünün kapağı yıllarca Shades müzik dükkanının camında asılı kaldı. Yenisi çıkacak diye çok bekledik ama buraya kadarmış. Kelebek çok güzeldir ancak hayatında yalnızca bir gününü kelebek olarak geçirir. Dolayısıyla o güzelliği yakalayabilenler şanslıdır, maharetlidir. Prefab Sprout ya da The Sundays’ i kısa ömründe yakalayabilenler özellikle takdire şayan değil mi? Hiç bilenle bilmeyen bir olabilir mi? Bütün gün dersaneden testlere koşan çocuk henüz oyun çağında sokakta cicoz oynamıyorsa, büyüyünce zaten iş işten geçmiş olacaktır. Morrissey konserine gidenle, “Yarın çalışıyorum” bahanesiyle evde oturan aynı kefeye konulabilir mi? Bütün gece gittiği mekanlarda Kadir İnanır gibi kasılıp kalmaz mı adam, bahar şenliğinde “Are You Gonna Go My Way?” e hiç eşlik etmemişse eğer? Yurtdışında katıldığım Sonic Youth konserinde benden daha çok eğlenen yoktur sanıyorum, hele hele Saklıkent’ in kapısından döndükten sonra.

Doksanlarda başarılı grupları tespit ve teşhis etmede ne kadar başarılı olsam da, konser görme konusunda sınıfta kaldım. Müzik camiası her ne kadar elektroniğe kaymış olsa da, grup müziği popülaritesini yitirse de, “Love Song” gibileri (The Cure’ inkinden bahsediyorum) artık üretilmese de, Joy Division yeniden hayat bulamayacak olsa da insanlar yine konserlere gidecek. Mercan Dede bile yok satacak. Çünkü canlı konserlerin tadı başkadır. DJ istediği kadar Prodigy çalsın, Thurston Moore’ un emprovize gitarının yerini tutamaz. Bazıları her şeye rağmen konser çıkışı Justin’ a albüm imzalatmak isteyecek, Gençlerbirliği taraftarları doluşacak ve “Here Comes the War” diye bağıracak. Her zamanki gibi Pinkpop biletleri iki ay öncesinden bitecek. RHCP yine kızıl meydana çıkıp “Californication” çalmak suretiyle milleti güldürecek. Dave Lombardo gelse bir kere vereceğini iddia edenler kaçacak delik arayacak. Yine Guns’ n Roses olacak, tişört çıkartan kızlar gelecek ve onları çeken fotoğrafçılar. Dünyanın parasını verip garip yerlerde buluşacak insanlar, PJ Harvey’ i en önden görmek için birbirini ittirecek. Bunlar olup biterken oradaydım demek ya da diskoda sürekli kendini yineleyen iğrenç ritmlere nasıl katlandığınıza inanamayarak salak tipleri süzmek size kalmış.

Keşke bit pazarına nur yağsa da The Auteurs tekrar bir araya gelse. Hiçbir şey bundan ilham verici olamaz. Çekip çekip geceyarısından sonra evde Pixies ile zıplamaktan daha sosyal bir etkinlik olacağına eminim. En azından konserlerini görme hayalimiz olur. Pixies o yaşa ve kiloya rağmen yeniden toplandı, söz verdim kuş uçumu 2000 km yakınıma gelsinler uçağa binip gidecem. Auteurs gelse bir kez olsun “New French Girlfriend” i kanlı canlı görmüş ve duyumsamış oluruz. Parmağımıza bir yüzük daha takalım, CV mize bir satır daha ekleyelim, Luke Haines’ in gözlerinin içine bakıp, bunca zamandır neredeydin diye, hesap soralım.

Bülent Tekin
Şubat 2008

25 Şubat 2008 Pazartesi

I’ ll be Your Mirror - The Velvet Underground

I’ ll be Your Mirror
The Velvet Underground

Günümüzün aşkları gibi diskoda sürtünme ile başlamadı bizimkisi. O kadar çok uluslu olamadığımızdan havaalanında da tanışmadık. Hele hele internette çet yaparak bir araya gelenlerden de değiliz çok şükür. İnsan ruh ikizini nasıl bulur diye sorsanız buna verecek cevabım olamaz. Birden karşısına çıkar ve anlar diyebilirim, ama bu argüman umutsuz kalplere su serpmez, bilakis gerilimi daha da arttıracaktır. Ancak ipucu vermek gerekirse örneğin, normalden farklı bir hisle hareket ederken bulabilirsiniz kendinizi, onu hayalinizde kurduğundan çok farklı gördüğünüzü fark edersiniz. Onu himaye etmek isteyebilirsiniz ya da ona acırsınız, bir bakmışsınız hep onu düşünüyorsunuz, sizden ayrı olduğunda ne yaptığını merak edersiniz, özlersiniz, birlikte çılgınlıklar yapmaya eğilimlisinizdir. O hayalinizdeki Liv Ullmann değildir halbuki, hastası olduğunuz kahkülleri ya da büyük elmacık kemikleri olmayabilir. Ama yine de gözlerine bakınca pekçok derdi unutur, sıcaklığına bırakıversiniz kendinizi.

Güzel bir yaz akşamı olduğunu hatırlıyorum. Kadim dostlarımdan biriyle dertleşmek üzere o standart mekanlardan biriyle yüzgöz oluyorduk. İkimiz de karşı cins yüzünden dertliydik. Onunkisi hem çok yakın hem de çok uzaktı, platonik dertlere kaymak üzereydi. Benimkisi ise kendisini devrimci sanıyordu, dolayısıyla bendeki durum üzüntüden çok sinir ve gerilimdi. Bu yüzden bol bol Santana ve Gary Moore çalan o mekana çakılıp kalmıştık, “Still Loving You” çaldığında yüzümüzde ekşi bir gülümsemeyle tavana bakıyorduk. Zamansız biçimde, arkadaşımın kavuşamadığı hatun kişi de mekanda yanında nahoş bir beyle tezahür edince, sinir katsayımız yükseldi. Dostumun yüzü ne renk oldu desem, kırmızıdan ziyade taba tonuna yakın. İcabında elemana gireriz dolduruşuyla arkadaşımı onların gittiği yerlere sürüklediğimi hatırlıyorum peşlerinden. Hatta arkadaşımı onunla konuşması için cesaretlendirmek için hiç hoşlanmadığım bir kız tarafından reddedilmeyi bile göz önüne almıştım. Kız benimle konuşmayınca “Ha hayt! Sen kaybedersin!” diyecek kadar futursuzdum. O gece hayatımın aşkıyla karşılaşacağımı nerden bilebilirdim.

Kader zaman zaman bize acımasız oyunlar oynar, öyle ki hayatta tesadüflerin ne kadar önemli sonuçlar doğurduğunu gördükçe planlı yaptıklarımın anlamını sorgular oldum zamanla. Bazen en iyisi olayları akışına bırakmaktır diye düşünürüm, gerisi akıntıya karşı kürek çekmektir ve anlamsızdır. Cocteau Twins dinlerken de benzer çaresizliği yaşardım, ancak belli bir süre sonunda “Ne diyo?” diyerek kurcalamayı bırakacak olgunluğa eriştim. Hayalimdir: Bir gün kalabalık bir mekanda “Serpentskirt” ü çaldıktan sonra biri gelip, şarkının anlamını soracak ve ben yaşlı bir dede misali onun başını şevkatle okşayacağım ve “Daha büyümedin çocuğum” diyeceğim.

Yine bahsettiğim geceye dönersek eğer; standart mekanımıza döndüğümüzde o zamanların popüler gruplarından olan Skunk Anansie çalmıştı ve ben tanışmış olduğum o ulu şahsiyetin kulağına “Weak As I am” diye fısıldayabilmiştim. Nasıl böyle bir risk aldığıma bugün bile hayret ediyorum. Ya anlayıp aşağılama olarak değerlendirseydi ne yapardım düşünsenize. Hayatımın geri kalanını Afrika ormanlarında bir sürüngen olarak geçirmek daha anlamlı olurdu. Pek olası değildi ancak, “I’ll be your mirror” ı fısıldamak isterdim “Weak” yerine. Seni görüyorum, ilk seferede içini okudum senin, kalkanlarını indir, birbirimizi sevgi manyağı yapalım mesajını vermiş olurdum. Mekanda çalmıyordu ama benim içimde çalıyordu, nedense “Please put down your hands, cause I see you” diye söylüyordum kendi kendime, koşar adımlarla son metroyu yakalamaya çalışırken.




Böylece kendini müzikle ifade etmenin müzisyenlerin tekelinde olmadığını da farketmiş oldum. Okuldayken, bir saat boyunca ölçüler ve çevrimlerle uğraştığımız bir dersin sonrasında, “50 ft queenie” yi söylerken bulmuştum kendimi. Ne vakit hoş ve sevimli görünen, çıtı pıtı, hoş sohbet eden ve fakat başa bela olacak sinsi bir hatunla karşılaşsam – Ankara’ da bunlardan çok vardır. Boy ortalaması 1.60 tır. Saç rengi siyahtır. Genelde sosyoloji ya da psikolojide okumuşladır. Görüldükleri yerden hızlıca uzaklaşmanız önerilir. – “Little Trouble Girl” çıkmaya başlar dudaklarımdan. Bir zamanlar insanları ve ışıkları görmek arzusuyla, gece dışarı çıkmak için süslenmeye başladığımda – Suede ya da Smiths tşörtlerinden birini seçip ütülemekten bahsediyorum – “ Kolay bir arkadaşa ihtiyacım var “ diye başlayan hepimizin MTV unplugged sayesinde ezberlediği o Nirvana şarkısını yüksek sesle söylerdim. Zaman içinde onun yerini “Pure Morning” aldı. “Benim Japonum daha iyi. Ne? Nası yani?” diyerek pozitif enerji ile doldurdum kendimi sokağa çıkmadan önce.

O dönemde (ve halen) bayan vokalli gruplara, kadın şarkıcılara özel bir ilgim vardı. Kimse ilgilenmezdi ama ben usanmaksızın Belly, Throwing Muses, Echobelly, The Sundays ve The Breeders dinlerdim. Metallica fanatiği arkadaşlarla “Metallica’ yı bırak Elastica’ ya bak!” diye dalga geçerdim. Afghan Whigs’ i o kadar sevmeme rağmen yıllarca “My Curse” adlı, yaralı gönülleri dağlayan baladlarını hangi muhteşem hanfendinin söylediğini aradım. Oysa şimdi bu bilgiye ulaşmanın kolaylığı karşısında şaşırıyorum. Hepsinden çok ayrı olarak, en çok onu merak etmiştim. Velvet Underground’ la yalnızca bir albüm kaydetmiş olan Nico benim hayalimde bi dudağı yerde bi dudağı gökte devasa biriydi. “Femme Fatale” ve “I’ ll be Your Mirror” daki duruluğa vurulmuştum bir kere. Nasıl olmuşsa 90’ lara gelindiğinde Velvet Underground’ un değeri anlaşılıvermişti birden. Herkes “Perfect Day” ile pastoral sukünete kavuşurken, “I’ ll be your mirror” le uçuşa geçmiştim.

Ama o gece kimse “İçerdeki gürültü seviyesi sürekli duyma bozukluğuna yol açabilir” uyarısına aldırmadan, gürültülü rock şarkıları eşliğinde sohbet ediyordu sanırım. Bazıları “Living On A Prayer” diye bağırarak biralarını tokuşturuyorlardı belki de. Bir kısmı da top sakallarını sıvazlayıp, etrafı araştırıcı gözlerle süzmüş olmalı. Emin değilim çünkü yaklaşık 3 saat boyunca sonradan hayatımın aşkı olacak kişiye birşeyler anlatmıştım. O ise bütün yaptığım geyiklere sabırla dayanıyor, şikayetçi görünmüyordu. Sonunda bu kadar muhabbete taş olsa erirdi deyip vazgeçmiştim. Bir zamanlar ilişkiler iletişimle başlardı ve ben bunun daha doğru olduğuna inanıyorum. Beni eski kafalı bulabilirsiniz. Suede ya da Velvet Underground dinlemek eski kafalılıksa, canlı olarak ska veya pop-rock çalınan bir mekanda en büyüğü 22 yaşıdaki gençlerle birlikte zıplamak, spor ayakkabılar giyip en salaş barlarda eğlenmek gerilerde kaldıysa, fırsatını ve ortamını bulunca düşünmeden Nirvana ile pogo yapabilmek demodeyse eğer; evet ben demodeyim, eski kafalıyım. Yazın duvarlara devasa harflerle, rengarenk grafiti boyaları kullanarak; şu anda yazısını okuduğunuz bu adam, eski kafalılığa devam ediyor hala.


Bülent Tekin
Şubat 2008