29 Şubat 2008 Cuma

I’m A Rich Man’s Toy - The Auteurs

I’m A Rich Man’s Toy
The Auteurs

Bazı şarkılar var ki dinlediğimde nedense hep bu dünya için yapılmadıkları hissine kapılırım. Ne zaman “Shadow of a Doubt” u dinlesem kendimi mezarda gibi hissederim. Kim Gordon’ un fısıltı yüklü vokalleri, “Hayır! Lütfen bu bir kabus olsun!” diye haykırışı hissimin sebebi olmalı diye düşünüyorum. Bu nedenle çok sevmeme rağmen 3 kezden fazla üstüse dinlemem kesinlikle. Cocteau Twins’ i ele alalım örneğin; kim onların dünyalılara müzik yaptıklarını iddia edebilir? “Theft, Wondering Around and Lost” da hep sabaha kadar zihnimizi zorlayan, bir türlü çözemediğimiz bir sorun yumağıyla uğraştığımız bir rüya halindeymiş duygusu kaplar her yerimi. Ne zaman ki “Teardrop” da şarkı söylemiştir, o vakit yeryüzüne ayak başmıştır kendileri. The Auteurs’ dan “Junk Shop Clothes” ise garip bir şekilde cennete ayak basmışım gibi hissettirir. -Sözleri hiç okumamış olalım- Sanki herşey bitmiştir ve geride kalmıştır, yapacak bir şey yoktur ama gerek te yoktur çünkü olması gerektiği gibidir. Hafif bir aheste çek kürekleri durumu söz konusudur. Ayaklarımı bağdaş yaparım, eklemlerimin hamlığını duyumsamıyorum artık, yerden bir karış yüksekteyim, fış fış kürek sesleri, huzur için uykuya ya da orgazma ihtiyaç yok artık, başka bir boyut, bambaşka.

The Auteurs’ un tüm şarkıları ayrı bir seyahate çıkarır adamı. Akustik gitar rifleriyle coşarsınız. Tamam sizi göl kenarındaki ormanda, ağaçların arasında bisiklet sürmeye yönlendirmez ama sizi içine tıkanıp kaldığınız loş sarı ışıkla aydınlatılmış, fazlasıyla sıcak odanızdayken fiziksel olarak olmasa da bir yerlere götürecektir. O gitar-violonsel sentezi tınıyı duyduğunuzda ACDC ya da Tom Petty dinleyenlerin bir gömlek üstünde konumlanmış olacağınızı söylesem hiç de abartmış olmam. The Auteurs’ u duymuş olmak bile sizin için bir ayrıcalıktır. O kadar havalı bir durum değildir, tişörtünü giyip dolaşamazsınız, “Show Girl” ü mırıldandığınızda tanıyıp atlayabilecek bir karşı cinsiniz ile ömür boyu karşılaşmayacaksınız. Hatta uçuk adam yaftası bile yapıştırılabilir size onlardan çok bahsederseniz. Şanslıysanız sizin güzel kasetlerinizi dinlemeye gelecek ziyaretçileriniz olabilir. Bir tanesi hatta, benim bekar yatağıma uzanıp ordan bana şöyle bir gülümsemişti ama diğer tarafa yıkıp geçecek “Break On Through” cesareti vermemişti onların müziği. Halbuki, Yağmurun Elleri şiirini işaret ederek “102. sayfayı oku, bana seni hatırlattı” diye baldızına asılan adamı ne çok tutmuştum. Bir Woody Allen karakteriydi, gerçek hayatta varolmuş mudur bilmiyorum, ama ilginçtir adam Bach dinleterek takılabiliyordu. Benim bu tarz müzikal başlangıçlarım olmasını dilerdim, ya da Slowdive’ ı benim kadar seven birileriyle aynı odada olabilmek. Tül perdelerin arkasından sokağa bakıp “One Velvet Morning” i birlikte yaşamak.


O kadar havalı birşey olmasa da büyük bir Auteurs hayranı olmak, yine de vazgeçmiyorum. Çünkü dünya üzerinde başka bir grup yoktur ki, dört notalık bir melodiyle dinleyeni bulunduğu ortamdan koparabilsin, kendi hikayeleri içine alıp sürükleyebilsin. Her ne kadar bir birinden güzel de olsalar, maalesef sadece üç albümleri vardır. Herbiri ayrı zamanlarda bağımlılık yaratmıştır. New Wave’ i ezberlemişken radyodaki ulu şahsiyet Hakan Tamar sunmuştu onu, “Siz ve hepimiz” diye. Kaydedip defalarca dinlemiştim o akşam “ I’ m a Rich Man’s Toy” u. O dört notalık melodi fırtına öncesi dinginliktir benim için, ya da fırtınada sığınılacak bir limandır. Bu kadar becerikli olduğu için Luke Haines’ i kıskanıyorum. Ara ara dönüp dolanılıp o dört notaya gelinir dinleyen bendeniz dağılır. Sanki gündelik gürültü ve kaosa mola verilmiştir, bir an için durup sakinleşme fırsatıdır. Ancak bunun için onu yaşamalısınız, yani o dört nota size dokunmalı. O yüzden okul yıllarında ders çalışırken radyo dinleyenleri hiç anlamamışımdır. Eğer amacın ders çalışmaksa, demek ki aslında birşey dinlemiyorsun. Pipo içmekle sigaranın bir farkı vardır. Pipo içerken örneğin, başka birşeyle ilgilenemezsiniz, yoksa pipo kolayca söner vereceği keyif varsa da kaybolmuş olur. Yani pipo içiyorsanız sadece pipo içiyorsunuzdur. Müzik dinerken de sadece müzik dinlenmelidir. – En azından ben şimdiye kadar hep öyle yaptım. Belki de bu yüzden 17 yıl önce duymuş olmama rağmen “Killer” ın sözlerini çat pat da olsa biliyorum; Seal’ in saçlarındaki boncukları bile hatırlıyorum. - Aksi takdirde bir kulağınızdan girip diğerinden vücudunuzu terk edecektir, ruhunuza dokunmayacaktır bile.

Hayattaki her güzel şeyin olduğu gibi onunların da bir sonu vardı. After Murder Park albümünün kapağı yıllarca Shades müzik dükkanının camında asılı kaldı. Yenisi çıkacak diye çok bekledik ama buraya kadarmış. Kelebek çok güzeldir ancak hayatında yalnızca bir gününü kelebek olarak geçirir. Dolayısıyla o güzelliği yakalayabilenler şanslıdır, maharetlidir. Prefab Sprout ya da The Sundays’ i kısa ömründe yakalayabilenler özellikle takdire şayan değil mi? Hiç bilenle bilmeyen bir olabilir mi? Bütün gün dersaneden testlere koşan çocuk henüz oyun çağında sokakta cicoz oynamıyorsa, büyüyünce zaten iş işten geçmiş olacaktır. Morrissey konserine gidenle, “Yarın çalışıyorum” bahanesiyle evde oturan aynı kefeye konulabilir mi? Bütün gece gittiği mekanlarda Kadir İnanır gibi kasılıp kalmaz mı adam, bahar şenliğinde “Are You Gonna Go My Way?” e hiç eşlik etmemişse eğer? Yurtdışında katıldığım Sonic Youth konserinde benden daha çok eğlenen yoktur sanıyorum, hele hele Saklıkent’ in kapısından döndükten sonra.

Doksanlarda başarılı grupları tespit ve teşhis etmede ne kadar başarılı olsam da, konser görme konusunda sınıfta kaldım. Müzik camiası her ne kadar elektroniğe kaymış olsa da, grup müziği popülaritesini yitirse de, “Love Song” gibileri (The Cure’ inkinden bahsediyorum) artık üretilmese de, Joy Division yeniden hayat bulamayacak olsa da insanlar yine konserlere gidecek. Mercan Dede bile yok satacak. Çünkü canlı konserlerin tadı başkadır. DJ istediği kadar Prodigy çalsın, Thurston Moore’ un emprovize gitarının yerini tutamaz. Bazıları her şeye rağmen konser çıkışı Justin’ a albüm imzalatmak isteyecek, Gençlerbirliği taraftarları doluşacak ve “Here Comes the War” diye bağıracak. Her zamanki gibi Pinkpop biletleri iki ay öncesinden bitecek. RHCP yine kızıl meydana çıkıp “Californication” çalmak suretiyle milleti güldürecek. Dave Lombardo gelse bir kere vereceğini iddia edenler kaçacak delik arayacak. Yine Guns’ n Roses olacak, tişört çıkartan kızlar gelecek ve onları çeken fotoğrafçılar. Dünyanın parasını verip garip yerlerde buluşacak insanlar, PJ Harvey’ i en önden görmek için birbirini ittirecek. Bunlar olup biterken oradaydım demek ya da diskoda sürekli kendini yineleyen iğrenç ritmlere nasıl katlandığınıza inanamayarak salak tipleri süzmek size kalmış.

Keşke bit pazarına nur yağsa da The Auteurs tekrar bir araya gelse. Hiçbir şey bundan ilham verici olamaz. Çekip çekip geceyarısından sonra evde Pixies ile zıplamaktan daha sosyal bir etkinlik olacağına eminim. En azından konserlerini görme hayalimiz olur. Pixies o yaşa ve kiloya rağmen yeniden toplandı, söz verdim kuş uçumu 2000 km yakınıma gelsinler uçağa binip gidecem. Auteurs gelse bir kez olsun “New French Girlfriend” i kanlı canlı görmüş ve duyumsamış oluruz. Parmağımıza bir yüzük daha takalım, CV mize bir satır daha ekleyelim, Luke Haines’ in gözlerinin içine bakıp, bunca zamandır neredeydin diye, hesap soralım.

Bülent Tekin
Şubat 2008

25 Şubat 2008 Pazartesi

I’ ll be Your Mirror - The Velvet Underground

I’ ll be Your Mirror
The Velvet Underground

Günümüzün aşkları gibi diskoda sürtünme ile başlamadı bizimkisi. O kadar çok uluslu olamadığımızdan havaalanında da tanışmadık. Hele hele internette çet yaparak bir araya gelenlerden de değiliz çok şükür. İnsan ruh ikizini nasıl bulur diye sorsanız buna verecek cevabım olamaz. Birden karşısına çıkar ve anlar diyebilirim, ama bu argüman umutsuz kalplere su serpmez, bilakis gerilimi daha da arttıracaktır. Ancak ipucu vermek gerekirse örneğin, normalden farklı bir hisle hareket ederken bulabilirsiniz kendinizi, onu hayalinizde kurduğundan çok farklı gördüğünüzü fark edersiniz. Onu himaye etmek isteyebilirsiniz ya da ona acırsınız, bir bakmışsınız hep onu düşünüyorsunuz, sizden ayrı olduğunda ne yaptığını merak edersiniz, özlersiniz, birlikte çılgınlıklar yapmaya eğilimlisinizdir. O hayalinizdeki Liv Ullmann değildir halbuki, hastası olduğunuz kahkülleri ya da büyük elmacık kemikleri olmayabilir. Ama yine de gözlerine bakınca pekçok derdi unutur, sıcaklığına bırakıversiniz kendinizi.

Güzel bir yaz akşamı olduğunu hatırlıyorum. Kadim dostlarımdan biriyle dertleşmek üzere o standart mekanlardan biriyle yüzgöz oluyorduk. İkimiz de karşı cins yüzünden dertliydik. Onunkisi hem çok yakın hem de çok uzaktı, platonik dertlere kaymak üzereydi. Benimkisi ise kendisini devrimci sanıyordu, dolayısıyla bendeki durum üzüntüden çok sinir ve gerilimdi. Bu yüzden bol bol Santana ve Gary Moore çalan o mekana çakılıp kalmıştık, “Still Loving You” çaldığında yüzümüzde ekşi bir gülümsemeyle tavana bakıyorduk. Zamansız biçimde, arkadaşımın kavuşamadığı hatun kişi de mekanda yanında nahoş bir beyle tezahür edince, sinir katsayımız yükseldi. Dostumun yüzü ne renk oldu desem, kırmızıdan ziyade taba tonuna yakın. İcabında elemana gireriz dolduruşuyla arkadaşımı onların gittiği yerlere sürüklediğimi hatırlıyorum peşlerinden. Hatta arkadaşımı onunla konuşması için cesaretlendirmek için hiç hoşlanmadığım bir kız tarafından reddedilmeyi bile göz önüne almıştım. Kız benimle konuşmayınca “Ha hayt! Sen kaybedersin!” diyecek kadar futursuzdum. O gece hayatımın aşkıyla karşılaşacağımı nerden bilebilirdim.

Kader zaman zaman bize acımasız oyunlar oynar, öyle ki hayatta tesadüflerin ne kadar önemli sonuçlar doğurduğunu gördükçe planlı yaptıklarımın anlamını sorgular oldum zamanla. Bazen en iyisi olayları akışına bırakmaktır diye düşünürüm, gerisi akıntıya karşı kürek çekmektir ve anlamsızdır. Cocteau Twins dinlerken de benzer çaresizliği yaşardım, ancak belli bir süre sonunda “Ne diyo?” diyerek kurcalamayı bırakacak olgunluğa eriştim. Hayalimdir: Bir gün kalabalık bir mekanda “Serpentskirt” ü çaldıktan sonra biri gelip, şarkının anlamını soracak ve ben yaşlı bir dede misali onun başını şevkatle okşayacağım ve “Daha büyümedin çocuğum” diyeceğim.

Yine bahsettiğim geceye dönersek eğer; standart mekanımıza döndüğümüzde o zamanların popüler gruplarından olan Skunk Anansie çalmıştı ve ben tanışmış olduğum o ulu şahsiyetin kulağına “Weak As I am” diye fısıldayabilmiştim. Nasıl böyle bir risk aldığıma bugün bile hayret ediyorum. Ya anlayıp aşağılama olarak değerlendirseydi ne yapardım düşünsenize. Hayatımın geri kalanını Afrika ormanlarında bir sürüngen olarak geçirmek daha anlamlı olurdu. Pek olası değildi ancak, “I’ll be your mirror” ı fısıldamak isterdim “Weak” yerine. Seni görüyorum, ilk seferede içini okudum senin, kalkanlarını indir, birbirimizi sevgi manyağı yapalım mesajını vermiş olurdum. Mekanda çalmıyordu ama benim içimde çalıyordu, nedense “Please put down your hands, cause I see you” diye söylüyordum kendi kendime, koşar adımlarla son metroyu yakalamaya çalışırken.




Böylece kendini müzikle ifade etmenin müzisyenlerin tekelinde olmadığını da farketmiş oldum. Okuldayken, bir saat boyunca ölçüler ve çevrimlerle uğraştığımız bir dersin sonrasında, “50 ft queenie” yi söylerken bulmuştum kendimi. Ne vakit hoş ve sevimli görünen, çıtı pıtı, hoş sohbet eden ve fakat başa bela olacak sinsi bir hatunla karşılaşsam – Ankara’ da bunlardan çok vardır. Boy ortalaması 1.60 tır. Saç rengi siyahtır. Genelde sosyoloji ya da psikolojide okumuşladır. Görüldükleri yerden hızlıca uzaklaşmanız önerilir. – “Little Trouble Girl” çıkmaya başlar dudaklarımdan. Bir zamanlar insanları ve ışıkları görmek arzusuyla, gece dışarı çıkmak için süslenmeye başladığımda – Suede ya da Smiths tşörtlerinden birini seçip ütülemekten bahsediyorum – “ Kolay bir arkadaşa ihtiyacım var “ diye başlayan hepimizin MTV unplugged sayesinde ezberlediği o Nirvana şarkısını yüksek sesle söylerdim. Zaman içinde onun yerini “Pure Morning” aldı. “Benim Japonum daha iyi. Ne? Nası yani?” diyerek pozitif enerji ile doldurdum kendimi sokağa çıkmadan önce.

O dönemde (ve halen) bayan vokalli gruplara, kadın şarkıcılara özel bir ilgim vardı. Kimse ilgilenmezdi ama ben usanmaksızın Belly, Throwing Muses, Echobelly, The Sundays ve The Breeders dinlerdim. Metallica fanatiği arkadaşlarla “Metallica’ yı bırak Elastica’ ya bak!” diye dalga geçerdim. Afghan Whigs’ i o kadar sevmeme rağmen yıllarca “My Curse” adlı, yaralı gönülleri dağlayan baladlarını hangi muhteşem hanfendinin söylediğini aradım. Oysa şimdi bu bilgiye ulaşmanın kolaylığı karşısında şaşırıyorum. Hepsinden çok ayrı olarak, en çok onu merak etmiştim. Velvet Underground’ la yalnızca bir albüm kaydetmiş olan Nico benim hayalimde bi dudağı yerde bi dudağı gökte devasa biriydi. “Femme Fatale” ve “I’ ll be Your Mirror” daki duruluğa vurulmuştum bir kere. Nasıl olmuşsa 90’ lara gelindiğinde Velvet Underground’ un değeri anlaşılıvermişti birden. Herkes “Perfect Day” ile pastoral sukünete kavuşurken, “I’ ll be your mirror” le uçuşa geçmiştim.

Ama o gece kimse “İçerdeki gürültü seviyesi sürekli duyma bozukluğuna yol açabilir” uyarısına aldırmadan, gürültülü rock şarkıları eşliğinde sohbet ediyordu sanırım. Bazıları “Living On A Prayer” diye bağırarak biralarını tokuşturuyorlardı belki de. Bir kısmı da top sakallarını sıvazlayıp, etrafı araştırıcı gözlerle süzmüş olmalı. Emin değilim çünkü yaklaşık 3 saat boyunca sonradan hayatımın aşkı olacak kişiye birşeyler anlatmıştım. O ise bütün yaptığım geyiklere sabırla dayanıyor, şikayetçi görünmüyordu. Sonunda bu kadar muhabbete taş olsa erirdi deyip vazgeçmiştim. Bir zamanlar ilişkiler iletişimle başlardı ve ben bunun daha doğru olduğuna inanıyorum. Beni eski kafalı bulabilirsiniz. Suede ya da Velvet Underground dinlemek eski kafalılıksa, canlı olarak ska veya pop-rock çalınan bir mekanda en büyüğü 22 yaşıdaki gençlerle birlikte zıplamak, spor ayakkabılar giyip en salaş barlarda eğlenmek gerilerde kaldıysa, fırsatını ve ortamını bulunca düşünmeden Nirvana ile pogo yapabilmek demodeyse eğer; evet ben demodeyim, eski kafalıyım. Yazın duvarlara devasa harflerle, rengarenk grafiti boyaları kullanarak; şu anda yazısını okuduğunuz bu adam, eski kafalılığa devam ediyor hala.


Bülent Tekin
Şubat 2008