28 Eylül 2008 Pazar

Pictures of You - The Cure

Pictures of You
The Cure

Sanırım bir günah işlemiş olmalıyım, büyük bir günah. Garibanın birine kötülük mü yaptım acaba? Belki de dedikodu yapmışımdır ya da biriyle istemeden şaka yapayım derken alay etmişimdir. Yoksa harama el mi sürdüm? Emin değilim ama kesin böyle bir şey var, yoksa bu yaşadıklarımı nasıl haketmiş olabilirim?

Aslında hayatımız belli başlı yol ayrımlarında verdiğimiz kararlar sonucu yönleniyor. Eskişehir yerine Adana’ dan gelen teklifi kabul etseydim hayatım eminim çok farklı olacaktı. Genciyle yetişkiniyle, öğrencisiyle abisiyle, gerçek dostuyla satıcısıyla onca yeni insanı tanımayacaktım o zaman; başkaları olacaktı hayatımda. Derin muhabbetler yaptığım felsefik dostlarım olmayacaktı; ahşap tabureler üzerinde oturup, zamanın herkes için farklı işlediğini tartışamayacaktım büyük ihtimalle. Baştan çıkmış, boğulmuş ve kaybolmuş yeni nesille haşır neşir olmayacak, saçlarını yapıştırıp reggae dışında müzik dinlemeyen birinin yaptığı DJ’ liğe katlanmak zorunda kalmayacaktım. Beni görür görmez bir Smiths şarkısı patlatan o cici sürüngenle de tanışma ihtimalim yoktu Adana’ ya gitseydim. Başka bir hayatım olacaktı, belki de ne insan hayatına ne de doğanın kaynaklarına değer ve önem vermeyen, yol yapacağına silaha yatırım yapan bu eski demir perde ülkesi yerine; gelişmiş, her bir karesine uygarlık eli değmiş, zamanında sömürdüğü afrikalıların sırtından zenginleşip semirmiş bir batı ülkesinde olacaktım bugün. Bu soğuk, doğu ülkesinin bir köyünde, loş ışıkla aydınlatılmış bir odaya tıkılmış, yıllardır dinlemeye doyamadığım müzikleri tekrar ederek ve onları paylaşabileceğim güzel insanlara tekrar kavuşacağımı hayal ederek, tavana ya da bilgisayara bakıp durmak dışında bir faaliyete sahip olamadığıma göre kesin bir günah işlemiş olmalıyım, hem de büyük bir günah.

Ama yine de yol aldığım konular da yok değil hani. Yaşanan zorlukların insana bir şeyler kattığını kabul edersek eğer, bir gün Can Yücel gibi güzel şiirler yazabilirim. Pek çok olaya bağımlılık kazandım, etkilenmiyorum kendini kurtarmak adına başkasına saldıran, dost görünen insanların satışlarından, kaygan zeminde hareket etmeye alıştım; “She Comes in the Fall” ile odamda kişisel parti yapmak gibi bir savunma mekanizması geliştirdim. Artık “Pictures of You” dinleyip hüzün ve melankoliye terk etmiyorum benliğimi. Vahşi cinselliğin kabalığından arındım, biliyorum hiç bir zaman “Ladykillers” dan biri olamayacağım ama, daha güçlüyüm. Blur’ ün doksanların başında dediği gibi “There’s no other way” i söylüyorum artık, düşünmek istemiyorum, boşverebiliyorum; Kim Deal’ in slide gitarları eşiliğinde tekrar zıplamayı hayal ederek, Bunuel’ in sürrealist filminden dem vuran, deli dolu Frank Black ile tanışmak istiyorum Morrissey yerine.




Yıllardır değil “Pictures of You” neredeyse hiç The Cure dinlemediğimi farkettim. İtinayla, kıyıdan kıyıdan, farkettirmeden ve kimseyi ürkütmeden onlardan uzaklaşmışım. “This is a Lie” adlı yaralayıcı şarkıyı duymak bile istemiyorum. Onları o muhteşem ritmik baslarıyla, punkvari delilikleriyle, eski Ankara gecelerinde cümle cemaati coşturan “Jumping Somebody Else’s Train” ile, o zıpır saçları ve boyalarıyla, “Why Can’t I Be You“ ve eşsiz klibiyle, “Eskilerden kim kalmış ki” sözünü ispat edercesine duyduğumda kalabalığı ortadan yararak delice dans ettiğim “Love Song” ile, o naif, sevimli “Lovecats” ile, derin klavye tınıları ve üstüste binen gitarları birbirine karıştırmayan parlak kayıtlarıyla güzel müzisyenler olarak saygıyla anmak istiyorum. Evet var hala aramızda yıllardır onları dinleyip ağlayanlar. Ve evet, biliyorum insan ruhuna çok yakın duruyorlar, yaşanmışlıklara şahitlik ediyorlar, canlandırıyorlar, açığa çıkarıyorlar adeta mutsuz ruh halimizi. Yüzümüze vuruyorlar hayal kırıklıklarımızı, kaybetmişliklerimizi. Hatırlatıyorlar özlediklerimizi, çok yakımızdayken uzakta kaldıklarımızı, “doğru kelimeleri bulamadığımız” için birer kaybeden oluşumuzu, hassaslığımızı, duygusal zavallılığımızı. Depresif olmaya meyilli olduğumuzda dinledik onu, sekiz dakika boyunca kendimize acıdık. Gerçekleri bir tokat gibi vurmadı mı yüzümüze? Dumanlara daldık, battaniyelerin altında titredi içimiz, gözlerimiz boşluğa kenetlendi, bir türlü aşamadık bunu, böylece en güzel günlerimiz harcanıp gitti.

O kötülere niye aşık olmuştuk ki sanki, bizim kadar haketmiyorlardı sevilmeyi. Ama bu dünya acımasız, vahşi bir gezegen güzel kardeşlerim. Ne de olsa doğal seleksiyon diye birşey yok mu, yalnızca güçlünün ayakta kaldığı? Avlanan olmak istemiyorsan avlanırsın. Melankolik şarkılar eşliğinde sızlanmak şeklinde tezahür eden psikolojik sapkınlıktan kurtulamazsak eğer, av olmamız kaçınılmaz. Hele bir de kullanılmayan uzuvların güçsüzleşip yok olması kuramı gerçekse külliyen yandık. Uzun süre sevgisiz kalan bünye, bir bakmışsın sonunda tamamen “sevilemez” olup çıkmış.

Siz en iyisi teslim etmeyin ruhunuzu sarsıcı, sert ve gerçekçi melodrama. Onları hakettikleri müzikal değerlere yakışır biçimde, saygıyla kaldırın raflarınıza; içinizi açın romantik pop melodilerine. Hippi ortamlara, yeşile, çayır çimene yönelin ve oralarda geçireceğiniz bulutlu akşamüstlerine, istop ya da ortada sıçan oynamaya, kamp ateşi etrafında toplanmacalara. Hayalleri sadece kurmak yetmiyor artık, bir kısmı gerçeğe dönüşmeli. Ben bunları yapamayacak kadar kısılmışım maalesef dört duvara. Herkese tavsiye ettiğim pastoral sakinlikten çok uzak, çakılmışsam mıh gibi yatağa, ne elimi bardağa ne de gövdemi açık havaya götürecek enerjim yoksa, bu eziyeti çekmeye mahkum edilmişsem – geçici de olsa – sabrımın sınırları deneniyorsa eğer, mutlaka bir günah işlemiş olmalıyım, hem de çok büyük bir günah.

13 Eylül 2008 Cumartesi

Night Boat to Cario - Madness

Night Boat to Cario
Madness

İnsanın halen hayatının bir dönemini yaşarken, onun görebileceği en mutlu dönemi olacağını bilebilmesi ve bunu bilerek o anların değerini vermesi ve doyasıya yaşayabilmesi ne büyük bir şanstır. Bir bakıma kişinin daha mutlu olamayacağını bilmesi umutsuzca görünse de, farkındalık insana huzur verir, bu sayede gelecekte karşılaşacağı zorluklara daha kolay dayanabilir.

1999 yılının sonlarıydı. Cuma günleri daha akşam olmadan kıpırdanmaya başlardı birşeyler içimde. Gideceğim mükemmel –her hafta kendini tekrar etmesine rağmen vazgeçilemeyecek kadar güzeldi – canlı müzik dinletisinin heyecanıydı hissettiğim. Arkadaşlarla birlikte olmanın vereceği huzurdu, sevgilimi kucaklayacak olmanın sıcaklığıydı bende bolca mutluluk hormonu salgılatan. Yan yana dizsen bir metreyi geçecek, bitmiş bira şişelerine olan içimde sönmeyen hasretim o dönemden kalmadır. O dönemden kalmadır geceleri sokaklarda olmayı sevişim, gitarları, anfileri ve pedalları ile konserleri yaşamak, en önde olmak isteyişim, zıplayışım delicesine, boynuma dolanan kolları anımsayışım ve sevgilimin gözlerini gözlerime dikişi, yere düşen pogocuları kaldırışım ve “Eyvallah baba!” nidaları, ska ritimleriyle eğlenen gençleri farkedişim; “Tarlaya Ektim Soğan” ve “Korsanlar Kralı Basil” hep beni o zamana götürür. Madness ile tanışmam aynı periyoda denk gelir. Orc ırkından reenkarne olan arkadaşlarımdan tutun da edebiyat hocasına kadar geniş bir takdir toplamış olması ya da Hollywood filmlerinde parçalarının duyulması onlara olan ilgimi azaltmamıştır. Ritmlere de ayak uydurmuşumdur, kilosunu kafaya takmayan, bacak kıllarını almayı ihmal eden, dağcılık kolu üyesi, amele kızlara da. Birisi gelip “Siz topsunuz” dese kabul edecek cinsteki insanlar nasıl olur da devrimci olabilir? Bunlar için olay özünde yanlış yönlere gitmiş zaten. Gülüp geçtim onlara; oportunist, revizyonist, küçük fotoğrafçılardan da çok farklıydım. Benim gibi gençlik ateşi ile dolu, güzel insanların henüz “Alternative Nation” obasını kuramadıkları bir dönemdi o. Biz, parti insanları, yaşadığımız çevreye göre zamanın çok ilerisindeymişiz meğer.

O karanlık, sigara dumanına gömülmüş, her an kavga çıkarmaya müsait insanlarla dolu mekanda o kadar zaman geçirmek istemezdim. Saat dörde kadar eğlenmeden birilerinin keyfinin gelmesini bekliyor olmak çok zor gelmişti zaman zaman, istedikleri yere gidenlere çok özenmiştim. “Tip misin, polis misin?“ diyen çok olmuştu, turşu satan yüzüme bakarak. Oysa ulaşmayı ümitsizce beklediğim tatlı çorbacıya koşmak için ya da gündüz tarifesi ile yolculuk yapmak için ısrar edeceğimiz taksinin parasını paylaşacağımız dostlarımı yalnız bırakmamak için “old school” a sıkışmış kalmıştım. Böyle uzatmalı gecelerde, sonlara doğru özlediğim dostlarımdan biriyle iki dakikalığına karşılaşıvermeyi hayal ederdim. Bazen de gecenin sonunda, birden bire soğuk gece ayazının bol oksijenli havasını soluyunca afallayan dostlarımın yapacağı alkollü saçmalıkları yaşamak için dayanırdım o saate kadar. Bunların en üst noktasında yeni tanıştığı bir ablayı evine davet eden arkadaşımın, ablanın “Evde ne var?” şeklindeki sorusuna verdiği “Alkol, müzik, hoppidi hoppidi” şeklindeki cevabı yer alır ki, unutulmazdır. Keşke gelebilseydi bazıları; bedavadan “House of Fun” dinleyip coşabilirlerdi, dönüp duran şişeden nemalanıp “Evimiz, sokağımızın ortasında” diye bağırıp halay çekebilirlerdi belki.


Beyaz Zenciler kitabını da ilk kez o dönemde okumuştum. Kuzey ülkelerinden, isminde bolca J ve Ǿ harfi bulunan insanların da benzer deneyimleri yaşamışlığını farketmiştim. Kitabı başucuma yapıştırıp, bir gün o soğuk ülkelerdeki depresif kardeşlerime ulaşacağıma inanmıştım. İzlanda’ dan çıkan indie müzisyenlerini takip ettikçe, onların kendilerini ifade etmede bizlerden daha başarılı olduklarını gördüm. Ne de olsa biz melankolinin hakim olduğu, arabesk doğu kültüründen geliyorduk; “Yüreğimde bir çocuk, cebimde bir revolver” diyen şiirleri besteliyorduk; çekip gittiğimizde bile fazla uzaklaşamıyorduk. Kağızman’a ısmarlamıştık kışlık giyeceklerimizi. Tarlada ot oraklayan çiftçilere bakraç bakraç su getiren, kendini adamış kadınlarımız vardı. Fabrikada tütün sararlardı sanki kendileri içiyormuşcasına. Bugün maalesef onların da hayallerini ellerine tutuşturdular. Çocukları çıplak, kocaları da bir türlü gelmez denizden.

Benim için ise bir yaşama geri dönüştü bir bakıma pompalanan ska havaları. Ruh eşimi bulmuştum bir kere özgür ortamdan faydalanarak. 30 sayı geriden gelen kırmızı-yeşil Karşıkaya basket takımı kadar inançlıydım kazanacağıma. Yer yeşil gök kırmızıydı, çıkmıştım yola, akdenize açıldım. Eşinden alabileceği güç sahip olduğundan fazla olabilirmiş meğer Adem’ in. “Kara göründü!” diye bağırmasına fırsat vermeden gözcünün, sarkmış pantolonlar ve kirlenmiş gömleklerle vardık son noktaya. “Night Boat to Cairo” eşiliğinde Siouxsie ve post-punk muhabbeti yaptık cici DJ’ imizle. Hollandalı fırlamalara özendik ve ev partileri sezonunu açtık. Daha önce sınırlarını denemediğimiz anfili bir müzik setimiz, süslediğimiz duvarlarımız, kırmızı saydam vinil plaklarımız, çok iyi meze yapanımız, listesini hazırlayıp çalmaya hazır üç kişimiz ve en mühimi evi taşıncaya kadar dolduracak kadar çok tanıdığımız parti insanı vardı. İnsanlar birer birer işçi mahallesindeki bir apartman dairesinin zilini çalıp, “Şeyy, parti, burda mı acaba?” diye sorarak doluştular eve. Çoğunluğu fonda Madness, Pixies veya Blur çalarken zıplayıp durdu, diğerleri de onlara bakıp durdu. Bazılarımız balkondan atılan laflara cevap verince biraz tatsızlık olmuştu ama olsun. Şikayet üzerine kapıya gelen polis bile “Bu kadar adam bir evden mi çıkıyor? Vallahi Bravo!” dedi ya, bize yetmişti.

Zaten belki diye başlamıştı aşkımız. “Senden, benden, bizden” diye Türkçe’ ye aktarılan, o güne kadar defelarca yorumlanmış olan Perhaps, Perhaps, Perhaps bizim parçamız olmuştu. Bir sürü belirsizliğin içinde yoğrulmamıza rağmen, o günlerin geri gelmeyeceğinin bilincinde, hiçbirşeyi takmayarak günümüzü gün etmeye kararlıydık. Elbette ki bir sonu gelecekti; saf, serkeş, doğaçlama ve “freestyle” yaşamın, 24 saat parti modunun bir gün bitmesi kaçınılmazdı. Öyleyse finali kendi ellerimle hazırlamalıydım, kadere bu şansı veremezdim. Uçağa binip Ankara’ dan ayrılırken çantama bana odamı, sokağımı, sevgilimi ve Pazar günleri yaptığı 8.yurdu doyuracak büyüklükteki salatayı, çiçekçileri ve sıra sıra barları ile Sakarya’ yı, her taşına ayrı bir gece oturduğumuz Bestekar sokağını, yerli malı acıbadem likörünü, dostum parti insanlarını ve onlarla oynadığımız menejerlik oyununu, ODTÜ ormanlarında kaybolan kitaplarımı, duvarları New Order plak kapakları ile kaplı yeni bir mekan keşfedişimizi, sevgilimle üç kez Arizona Dream’ i sinemada izlemeye gittiğimizi ve kafamız dumanlı bir halde Besame Mucho’ yu söylemekteyken apar topar nezarete atılışımızı hatırlatacak bir kaset ve bir walkmen koymayı ihmal etmemiştim. Bir ay sonra kendi kopyaladığım o kaseti dinlerken yaşadığım hazzı nasıl anlatabilirim ki? Gözlerim istemsizce kapalıydı, kafamda hiç bir zaman hissetmediğim garip bir mahmurluk, bulanıklık ya da değişik bir sızı hissediyordum. O an sadece fiziksel olarak oradaydım, ruhum çoktan kanatlanmıştı. Tekrar dünyaya indiğimde gerçekler yüzüme tokat gibi çarpmadı; şok falan da olmadım. İyi ki yaşamışım kendimi sınırlamadan yaşanması gerektiği gibi, özgürce ve hakkını vererek. Geçmiş onu andıkça geçmiş değildir. Güzel günlerimin bana hediyesi Madness’ ı dinliyor, gelecek mutlu günlerimize doğru yine bir umutla yelken açıyorum.