22 Aralık 2008 Pazartesi

Come Down In Time - Elton John

Come Down In Time
Elton John

Serin bir tatil günü dumanaltı bir kafeye tıkılmışız, her nevi gazete ve dergide göz gezdirdikten sonra, kulağımıza takılan arabeskten modifiye edilmiş, pop ritimleriyle cilalanmış, dolaptan çıkmış pilav tadındaki parça hakkında tartışırken bulduk kendimizi. Arkadaşlarımın ve etraftakilerin genel görüşüne göre şarkının kötü ve sinir bozucu olmasının temel sebebi sözleriydi. Sözler olmasa aslında çok kötü değildi onlara göre; bazılarına göre ise tamamıyle enstrümental müzik dinlendiğinde sorun zaten ortadan kalkıyordu. Sözlere de ne gerek vardı ki? Disko müziği dışında birşey dinlemeyen insanların böyle birşeyi savunması oldukça doğal gelmişti bana. Diskolarda çalınan house – ya da her ne şekilde tanımlanıyorsa – müziğinin temel amacı somurtkan suratlara eşlik eden popoları kıvırtmak olduğundan sözlere çok da ihtiyaç duymuyorlardı. Protest rock döneminden çok uzakta olduğumuzun farkındayım ama onca müzikal ozanın, aşıkların, Fecri Ebcioğlu’nun, Pink Floyd’un, Morrissey’in, onca dinledikleri şarkılarda kendini bulup paylaşan insanların hatırına modernleşme denen şeyin bu kadar basit olmadığını anlatmaya çalışmıştım. İşe yaradı mı emin değilim; ne de olsa, değerlerin kasıtlı olarak silinip yok edildiği, acı kapitalist, post modern toplumda yaşamıyor muyuz? House müziğine de alışırız.

Kendi adıma şarkılarda sözlere çok da önem verdiğimi söyleyemem. En sevdiğim şarkı olduğuna karar verdiğim “Live Forever” da – her ne kadar ben bu parçanın Evan Dando tarafından akustik gitar eşliğinde sızlanarak söylenen, ya da üflenen halini daha çok sevsem de - Liam Gallagher, herkesten farklı olarak, yalnızca kendisine benzeyen ruh eşiyle birlikte uçup, havalanarak sonsuza kadar yaşamak istediğinden bahseder. Bana göre gelmiş geçmiş en güzel pop şarkısı olan Saint Etienne’ in “You’ re in a Bad Way” inde, “Beni arasana, seni ben adam ederim” mesajı verilmektedir. Belki de bu parçaları ana teması ayrılık olan rock baladlarına tercih etmemin sebebi beni mutlu, pembe bir rüya alemine sürükleyecek kadar pozitif enerji yüklü olmalarıydı. Ancak yine de sevegeldiğimiz pop müzikleri - ya da klasik ve jazz dinlediği için kendini kalbur üstü gören o elit kitleye hitap etmeyen, sokaktaki insanlara yapılan müzikleri diyelim – sözleri hariç düşünemeyiz. Hayal bile edemeyiz metal gruplarının, protest şarkıcıların ayrılık hüznünden bahseden kayıtlar yaptıklarını. Bukowski’ nin eşcinsel olduğunu iddia etmek kadar şok edici olur. Bu noktada istemeye istemeye de olsa Türk pop müziğinin duygusallık bombardımancısı ozanı, bir dönem gençliğini sinir sahibi yapmış, odalarda ışıksız kalmış, unutulamayan ozan Kayahan’ ı anmadan da geçemeyeceğim. Ona göre beste ve güfte uyumu öylesine önemlidir ki, aralarından su dahi sızmamalıdır. “Mor Menekşe” yi sözsüz hayal etsenize, müzik dağarcığımıza öylesine bir zarar verirdi ki, beynimizin alt kesimlerini su basardı eminim.

Sözü uzatmayalım, sözlerin önemini 60’ lı yıllarda farketmiş olan genç Elton John, şair Bernie Taupin ile işbirliği yapmaya başlamıştır. Bu ikilinin,yan yana iki odaya kapanarak müzik üretmeye başlamasıyla kısa sürede müzik adına unutulmaz eserler çıkmaya başlamış. “Candle In the Wind”, “Goodbye Yellow Brick Road” gibi iyi yazılmış, iyi üretilmiş pek çok kayıt, 70’ lerin başından itibaren pikaplarda döner olmuştur. Ben lisede ciddi biçimde müzik dinlemeye başladığımda ise kaset devrinin sonları yaşanmaktaydı, CD ler pahalı olduğundan oldukça seçilerek alınırdı. Ben de kendime ikinci CD olarak, benim gibi lise yıllarında Elton John dinleyen Sting’ e özenerek Tumbleweed Connection ‘ ı seçmiştim. 1971 tarihli, ömrümün son 20 yılında eşlik etmiş olan bu CD’ yi bugün dinlediğimde neden Elton John’ un son dönem kayıtlarından nefret ettiğimi daha iyi kavrıyorum. O artık loş odalarda beste yapmıyor. Son derece mesafeli ve kendince “mükemmel” artık. Fakat geçmişte aktif ritimlerle yüklü öylesine hoş bir piano müziği yapmıştı ki, onda sıradışı bir güzellik vardı. “Come Down In Time” ın etrafındaki duygu yoğunluğu, onu terkeden sevgili hakkındaki herhangi bir yapıttan çok ileri taşımıştır. Anlamlı bass tınılarının derinleştiği, Bernie Taupin’ in şiirini yalnız bir obua ile süslemiştir.


Burda böylesine özenle üretilmiş bir eserden bahsederken, o yıllarda Elton John’ un, daha sonradan 70’li yılların radyo günlerinde derin yer edinecek melankolisinin temellerini atmış olduğunu farkettim. “Daniel” gibi pek çok muhteşem kaydın yolunu açacak bir temeldi bu. John sesinin en ağırbaşlı ve yoğun haliyle söylemiştir bu ebedi kayıtta. Öylesine bir melakoliye yuvarlamaktadır ki dinleyeni, bu duygusallığı asla MTV de bulamazsınız. Ancak onu size - bir dönem için en azından – “büyük sanatçı” olabilmiş biri sunabilir. “Come Down In Time” ı bugün dinlediğimde, sadece onun bile Elton John’ u bir efsane yapmaya yetebileceğini düşündüm. Her ne kadar bestecisi kariyerini Disney için film müzikleri yaparak sürdürse de o hala “Hiç bitmesin!” diyebileceğiniz bir şarkı.

Tabii ki her şarkı sözü yazanın Taupin kadar iyi bir şair olmasını beklemezsiniz. Unutmayın ki şarkı yazmak şiirden farklıdır. Celine Dion için şarkı yazmaya kalktığınızda standart şiirselliğin dışında durmalı, kahramanlardan, rüyalardan, hayatta kalmaktan ve bunun gibi elle tutulamayan, kimseye hitap etmeyen kavramlardan bahsetmelisiniz. Yoksa satmaz, reklamlara çalınıp söylenmez. Neyse ki Elton John/Taupin ikilisi müziklerindeki entellektüel sadeliğin saygı göreceği bir dönemde yola çıkmışlardı ve değerleri bilindi. “Sorry Seems to be the Hardest Word” gibi nice güfte olarak mükemmel, zeki ve üzücü ve de zarif parça yaptılar. “Come Down In Time” ayrıca, kafedeki arkadaşlarım pek takdir etmeyecek olsa da, yarattığı hisler yerine, terk edilme olayının kendisinden bahseden ender parçalardandır. Lise aşkımın sona erdiği dönemime eşlik etmiştir, o zaman nasıl anlam ifade ettiyse, bugün de o yılları düşündüğümde anlamını koruyor. Zaten bir pop şarkısından da bundan iyisini bekleyemezsiniz.

Yine de bu tarz bir beceri ilginizi çekmiyor olabilir, çünkü “Come Down In Time” sadece bir şarkıydı. “Yesterday” veya “Let It Be” sadece şarkı değildi, çünkü onları yazan adamlara dünyayı değiştirme misyonu yüklenmişti. Dünyayı değiştirirme işiyle meşgulsen istemediğin kadar çok ilgi görürsün, bu doğal kabul edilebilir. Ancak sonuç olarak ister istemez, bazı güzel yazılmış, zekice kaydedilmiş ve hep hafızalarda kalacak bir takım şarkılarda insanüstü güçler aranır olmuştur. Ancak Lennon/McCartney de bizim gibi insandılar ve büyüyle değil yaşanmışlıklarına dayanarak müzik yaptılar. Sadece iyi bir takım kurmuşlardı ve sinerjiyi yakalamışlardı. Yine de Beatles 60’larda müzik yapmıştı ve bu sıradışı dönemde bireyler dünyayı değiştirebileceklerine inanabiliyorlardı ve dönemle komple özdeşleşmişlerdi. Elton John ve Taupin dünyayı değiştirmediler, pop klasikleri bıraktılar geride sadece. Onların müziği sosyal değişimle bağdaştırılmadı, bir akıma bağlı değillerdi ya da hiçbir şeyi temsil etmiyorlardı, onlar yalnızca şarkılardı. Yazarları kültürel bir ilgiye nail olup, zengin ve ünlü olmak istemişlerdi, hepsi bu.


Bu nedenle artık müziğe etiketler yapıştırmayı, isimler koymayı, sırf sevdiğiniz bir grupla adı beraber anıldığı için alakasız bir başkasını dinlemeyi bırakmalıyız. Kötüyü iyiden, banal olanı yenilikçiden, bayatı tazeden ayıracak yorumu yapamazsak, hepimiz yeni bir punk ya da grundge akımı bekler olursak eğer, en iyi bestecilere gidin marjinalleşin öyle gelin dersek, inanın yaparlar. İçimizdeki “Come Down In Time” gibi güzellikleri yapacak nice yetenekler böylece kaybolmuş olur. “Hiç bitmesin!” desek de bir gün pop müzik nefes alamaz hale gelir, şarkıda söylendiği gibi bizi soğuk gecede yıldızları sayarken terkedip gidebilir. Koca bir on yıl bitti hala doksanlar nasıldı, nereye gitti diye dövünmüyor muyuz bugün? Yeni bir Lennon/McCartney aramızda büyük ihtimalle, o kadar büyümeyecekler belki ama ara sıra “Norwegian Wood” gibi şarkılar çıkaracaklar. Sanırım bununla idare edebiliriz.

3 Aralık 2008 Çarşamba

Sbia Ar Y Seren - Gorky’s Zygotic Minci

Sbia Ar Y Seren
Gorky’s Zygotic Minci

Gorky’s Zygotic Minci pek çoğunuzun yüksek ihtimalle hatırlayamayacağınız, artık dağılmış bulunan Galli bir grup. Doksanların sonunda bazı ümit verici yorumlar aldılar, bir kaç zıpır alternatif hit kayıt ile dikkat çektiler, ada coğrafyasında orta boyutlu bazı salonları doldurmayı başardılar. Ama 2006’ da kurucu gitaristlerinden yoksun kaydettikleri üç, folk ağırlıklı, küçük, sevimli albümden sonra, binlerle hayranlarının hüzünlere boğulmasına rağmen – onbinlerin üzülmediğine bugün hiç olmadığım kadar eminim – dağıldılar maalesef. Gorky’s gibi, Tanrı’ nın yetenek dağıtırken cömert davrandığı, küçük de olsa takıntılı ve takipçi, fanatik bir hayran kitlesi yakalamış, birkaç başarılı albüm yapmış; ancak şanssız onlarca grup var ne yazık ki. Ama Gorky’s müzikte bir kariyer yapabilmek için ciddi bir savaşım vermiş, benim gibi araştırmaya meraklı bazı bekar erkeklerin ilgisini üstüne çekmeyi başarmıştır. Gerçi pop züppeleri genellikle kendi sevdikleri grupların haksızlığa uğradıklarını iddia eder; onlara göre başarısızlıklarının sebebi zevksiz, cahil ve algısı bozuk, mavi gezegenimizdir. Halbuki değiştirilemez gerçek şudur ki; o gruplar ya çok sessiz, çok sıradan ya da çok akıllılardı, belki de süslenmek, küçük kızlara asılmak, uyuşturucu kullanmak, ilgili çekecek makyajlar ve dövmeler yaptırmak, foto çekimlerinde nasıl etkileyici bir bakış takınacaklarını çalışmak yerine zamanlarını çok fazla The Replacements ve Fugazi dinleyerek geçirmişlerdi. Her zaman Mark Hollis’ in şarkı yazma yeteneğini Snoop Dog’ un kaba tacizciliğine tercih ederim ancak ben bile hangisinin daha büyük bir yıldız olduğunu itiraf etmek zorundayım.


Her neyse. Ben bir şekilde Gorky’s Zygotic Minci’ yi sevmeyi öğrendim. Aslında onlar gecenin bir saatinde yayınlanan, uluslararası bir müzik televizyonunda, alternatif nesil için hazırlanan özel bir programda şans eseri tanışılacak değil de, elemanların birini ya da birkaçını şahsen tanıyor olmak isteyeceğim insanlar. Euros Childs bir başka arkadaşımın mahalleden arkadaşıymış mesela. Ya da Megan bir arkadaşım ile ortak ders almışmış. Bir şekilde tanışmışız, beni kendi düzenledikleri konserlerine davet etmişler, demo kasetlerini radyoda çalmamı rica etmişler. Ya da her zaman kaset kopyalatmaya gittiğim plakçıda part-time elemanmış John Lawrence. Beraber takılmışız, kokoreç yiyip parkta müzik muhabbeti yapmışız, para birleştirip punk konserlerine gitmişiz birlikte. Bir kaç yıl sonra John ile yolda karşılaşınca beni görmezden gelmiş ama havaya girmiş bir rock yıldızı olduğundan değilmiş, gözlüklerini takmadığından beni tanıyamamışmış, sonra çok özür dilemiş vs. Durun daha bitmedi: İlk kayıtlarından itibaren ne kadar yetenekli olduklarını anlamışım, hep konserlerinde onları takip etmişim, desteklemişim, ama üç yıl sonra kalabalıktan giremediğim konser salonuna bedavadan sokmasını rica edecek kadar da samimi değilmişim. Grubun harcanıp gitmesine fazlasıyla üzülmüşüm ama onları tanımış olduğum için kendimi çok özel hissedermişim mesela.

Hayatımın belli yıllarında asla meşhur olmayacak ve sonunda kendini tüketecek, elemanların her birinin tövbe edeceği black-metal gruplarıyla arkadaşlık etmek yerine, bambaşka bir ülkede Cranes ya da Slowdive üyeleriyle tanışıyor olsaydım eğer, bugün benzer yazıları anılar şeklinde yazmayacaktım; yazılarımı doksanlarda Melody Maker’ da haftalık güncellikle yayınlıyor olabilirdim. Belki de o zamanlar yazma yeteneklerim yeterince gelişmemiş olacağından yayın dünyasından dışlanacak, popüler radyolardan birinde uçuk kaçık gece programları yapıp kitlesel ilgiye maruz kalacak, Nick Kent ya da John Peel gibi yalnızca müzikal güzelliklerin seveni ve takipçisi olabilmek gibi bir yeteneğe sahip olduğumdan uluslararası tanınmış bir müzikal karakter haline gelecektim. İnsanlar, gruplar ve plak şirketleri yorumlamam, çalmam (mümkünse ve lütfen) diğerleriyle paylaşmam için bir sürü kayıt göndereceklerdi. Ben çoğuna burun kıvıracak, o kalabalık içinde dinlemeye, vakit ayırmaya değer gördüğüm birşey bulabilmek için yoğun elemeli bir önyargı sistemi geliştirecektim. İşin güzel tarafına bakalım; anlamsız TV programlarında müzik hakkında ahkam kesecek, My Bloody Valentine üyeleriyle sohbet edebilecek, Cocteau Twins’ in Paris konserlerine bedava VIP biletleriyle gidecek, herkese tanıttığım The Daysleepers’ dan teşekkür ve hediye dolu mesajlar alacaktım belki de. Belki de Gorky’s ve galce şarkılarını çaldığım için bazılarının tepkisini çekecek ya da plak kapağındaki fotoğraflarını beğenmediğim için öylesine bir kenara attığım demoyu kaydetmiş sokak gruplarından birinin saldırısına uğrayacak ve kariyerime zaman zaman virgül koymak zorunda kalacaktım.

O kadar ünlü ve havalı bir DJ’ e dönüşmedim hiçbir vakit; ancak yine de müzik ve binlerce grup hakkında sağlam bir öngörüye sahip olabiliyorum. Buna kendimce zevk sahibi olmak diyorum. Kolay kazanılmayacak bir yeti kanımca. Ayrıca müzik denizi fazlasıyla geniş ve derin, en değerli inciler de en diplerde gizli; öyle ki onlara ulaşabilmek için popüler kültürün ucundan kıyısından yakalayıp yüzeye çıkardığı, gün ışığıyla parlattığı balık sürülerinden sıyrılıp hazinemsi güzelliklere ulaşabilmek için böyle bir yetiye sahip olmak da şart. Son zamanlarda işime çok yarıyor; bu sayede Björk’ ten bile uzak durabiliyorum, Mogwai ve hatta Sigur Ros’ u bile ihmal edebiliyorum. Ancak grup üyelerinden bazıları arkadaşım olsaydı emin olun ki farklı bir uygulamaya tabi olurlardı haliyle. O zaman kaydettikleri her parçayı dinlerdim. – Sadece introya kulak kabartmaktan bahsetmiyorum – Tekrar tekrar tüm parçaları kulaklıkla sakince dinler, beğenmesem bile önemsemez ve sıradaki – büyük ihtimalle muhseşem armonisiyle beni saracak olan – kayıtta yeni bir değer bulmaya çalışırdım. Elime geçmiş yeni kayıt, Sonic Youth, Neil Young ya da Teenage Fanclub gibi yıllar boyunca yaptıkları her parçayı binbir özlemle sarıp, sevip, kokladığım, yapıkları her kayıtta ayrı bir özen ve prodüksiyon altyapısı olan usta müzisyenlere aitse eğer, yine benzer bir muameleyle karşılaşıyor haliyle.



“Sbia Ar Y Seren”, Gorky’s Zygotic Minci’ nin John Lawrence olmadan kaydettiği, bolca akustik yüklü, ağır ve duygusal bir albümün, galce yazılıp söylemiş, ninni kıvamındaki son şarkısıdır. Onlar maalesef arkadaşlarım değillerdi ama ilk duyduğum parçaları “Let’s Get Together (In Our Minds)” beni öylesine çarpmıştı ki, her yerde onlara ait bir kayıt arar olmuştum. B yüzlerini, konser kayıtlarını arayıp buldukça onları daha çok sever ve bağlanır oldum. Benden başka seven de etrafta pek yoktu, sanırım bundan sebep onları okul yıllarında keşfettiğim amatör bir grup gibi gördüm ve kendimi özel hissettim. Onlara da baba müzisyenlere duyduğuma benzer bir bağlılık geliştirdiğimden olmalı, folk tarzı bir albümün gal dilindeki son parçasını bile keşfedebildim. Defalarca, kendime ait yapıncaya kadar, tını bankamın kalıcı bir parçası haline getirmek için sürekli çaldım, dinledim. İşte müziğin ihtiyaç duyduğu davranış budur; bu tarz bir adanmışlık, müzisyenlerin gerçekten ne yaptıklarını bildiklerine inanmışlık, ki onlara yeterince güven verirseniz onlar bir gün sizin seveceğiniz bir eserle karşınıza çıkacaklardır. “Sbia Ar Y Seren” gibi bir altına kavuşabilmek için, belki de ihmal ettiğim büyük grupların pek çok güzel şarkısını kaçırıyorum. Kim bilebilir ki?