21 Kasım 2008 Cuma

Debaser - Pixies

Debaser
Pixies

Her gün uzun bir araba yolculuğu yapmak ne kadar sıkıcı ve yorucu ise, yol boyunca radyoda eski grupları dinleyip anıların debreşmesi o derece hoş oluyor. Siz de benim gibi karanlık ve gözünüze doğru kar tanelerinin uçuştuğu siyah beyaz bir boşlukta gidiyorsanız bu yolu, yanınızda bolca, yıllardan beri sevegeldiğiniz bazı albümlerden bulundurmalısınız. Görüş mesafesi oldukça düştüğünde gönül gözünü devreye sokacaktır onlar; ya da karşıdan gelen mesafe ayarı yapılmamış farlar gözünüzü aldığında sizi yolda tutmaya yardım edeceklerdir.

Hayatı bu kadar zorlaştırmasına rağmen neden insanlar kar yağmasını özler ve ister diye düşünür oldum yol boyunca. Hele yerküremiz ısındıkça bir türlü vaktinde gelmeyen kar özellikle kuzey ülkelerinde psikolojik gerginliğe neden olurmuş meğer. Aslında bu insanlar diğerlerine göre, soğuğa dayanıklı değillermiş; sadece düzenlerini yoğun yağış ve soğuğa göre kurmuşlar ve gerçek anlamda alışmışlar. Yağmur çişeleyince elektrikler kesilmiyor örneğin, yarım metre kar yağdığında bile trafiğin tıkandığı görülmemiştir. “Sonunda yağdı” diye, sigara içmek için mecburen çıktığı sokakta, soğuktan titreyerek bıyık altından gülen adam da bizde yok işte. Kürklü kapşonunu kafasına geçirip, çivi topuklu çizmeleriyle kaygan zeminde ceylan gibi seken bayanlar yalnızca kuzeye mahsus.



Aslında ben yol boyunca karı buzu değil, yakın zamanlarda yeniden birleşen grupları düşünüyordum. Aynı zamanda onların en etkileyici olanını, eskimeyenini, acayip parlak olanını geç olsa da görmek istediğimi düşünüyor ve kendimi o Pixies konserinde “Gigantic” ile coşarken hayal ediyor, zamanında onları yorumlayan basçı kızları düşünüyorum. Kendi zamanı için, o aktivite de güzeldi. Ancak sırada yeniden birleşen Pixies’ i görmek olmalı ya da bir türlü denk gelmeyen DM konserlerinden birini yakalamalı insan. Yıllar boyunca konser kayıtlarını dinleyip sağda solda videolarını aradıktan sonra biraz da olsa bunu haketmiyor muyuz? Kendimize güzel bir hediye vermiş olmaz mıyız “Veloria” yı dinlesek tamamen yabancı bir yerde, canlı ve hareketli olarak? Babalar ayağımıza gelecek değil ya. “İlim Çin’de de olsa gidip alınız” diye öğrenmedik mi bizler? “Got hips like Cindirella” diye başlayan, hatun milletini basmakalıpta ezip geçen o parça ile zıplamak için Berlin’ e bile giderim mesela. Londra’ da Brixton Academy’ de birisinin “Rock me Joey” dediğini ve ardından solonun girdiğini duymak da fena olmazdı hani. Neyse beklentileri o kadar yüksek tutmayalım, her sene kendini tekrar eden yazlık rock festivallerinden birinde çadır kurmaya da razıyım. Genç ve umut dolu, fantazi aleminin kıyısında yüzen yeni dostlar edinme ihtimalini beraberinde getiren bu son opsiyonu değerlendirmeliyim bir şekilde. O kadar bohem bir arzu mudur, geçmişte mümkün olmamış aktivitelerin fırsatını kollamak, çimlerin üzerinde ve altında güneşin, kafaları çekip soluğu sahnenin en önünde almak? Ural’ da trekking yapmanın hayalini kurmak, Machu Pichu’ ya kadar yürümeyi özlemek ya da Ölüm Yolu’ nda pedal çevirenlere özenmek orta yaşın üstündeki, saçından başından utanmayan abiler için bile kabul edilebilir bir psikolojiye işaret eder kanımca.

Hayatın geneline belli seviyenin altına asla düşmeyen bir çılgınlığı ve uçukluğu taşıyabilmek pek azına nasip olmuştur. Bazıları aşırı hızlı bir dönemin sonunda toprakla yekpare hale gelirken, bir kısmı ise tövbekar olup “Father and Son” gibi bir şaheseri bile yazmış olmaktan utanır olmuşlardır. Bazıları ise ömürleri boyunca “Serseri Aşıklar” ı oynayacaklarını zannetmişlerdir. Ve hatta kısmen de olsa otuzbeş yaş şiirinden ve Voltaire’ den nefret etmekte ısrar edip Meat Puppets, Pavement ve Wire dinleyip “Sonsuza kadar!” diyenler çıkmıştır. Ancak onlar bile Frank Black kadar sıradışı olamazlar. Kim hem sürrealizmden hem İncil’deki şiddetten, hem sörften hem dişilerin buram buram yaydıkları sapkınlıklardan bahsedebilir ki? Çok etkileyicidir; Pixies albümlerini çok alan olmamıştır, ama alanların hemen hepsi gidip bir grup kurmuştur. Benim gibi Radiohead’ in ısrarla savunmasına karşın herkesin gitar çalamayacağının kanıtı olan vatandaşlar için farklı bir dünyanın kapılarını aralamışlardır. Onları seven ve onlara benzemeye çalışan pek çok indie, alternatif rock grubunu dinlemeye onlar sayesinde alışmıştır kulaklarımız. Onlar sayesinde Hüsker Dü’ ye merak salmışızdır. Dinledikçe iştah kabartan parlak gitarlar ve yalnız kalan bas ritmleriyle dikkat çeken kayıtları arar, bulur ve toplar olmuşuzdur.

Bizim gibi şarkı yazamayanların kaderi yazı yazmaktır herhalde. İnsanın doğasında var, içini akıtacak bir boşluk bulmaya mecbur. Her açılan beyaz sayfayı kelimeler ve kavramlarla doldurmamızın sebebi budur. Ama ben yine de, özellikle “Debaser” ı inceleyip anlamaya çalıştığım dönemde acayip bir biçimde sevdiğim bir filmden bahseden bir şarkı yapmak istemiştim. Düşünsenize aynı filmi seven diğerleriyle de ortak bir zemin oluşturuyorsunuz. Belki de Bir Endülüs Köpeği filmini ilk izlediğimde yaşadığım heyecanının bir benzerini yaşamama sebep olduğu için “Debaser” ı bu kadar seviyordum. Ama ben Luis Bunuel yerine Woody Allen a gönderme yapmak isterdim. Rusya’ da geçen eski "Love and Death" filmini ve kafası karışık Nataşa karekterini ele alırdım örneğin: O Alexey’ e aşıktır, Alexey Alicia’ yı sevmektedir. Alicia’ nın bu arada Lev ile ilişkisi sürmektedir. Lev Tatyana’ yı seviyor, Tatyana ise Simkin’i. Simkin ise Nataşa’ ya aşık. Nataşa da Simkin’ i seviyor ama Alexey gibi değil. Bu kadarla da kalmıyor: Alexey Tatyana’ yı kızkardeşi gibi seviyor. Tatyana’ nın kızkardeşi Gregory’ yi erkek kardeşi gibi severken, Gregory’ nin erkek kardeşi bizim Nataşa’ nın kızkardeşi ile ilişki yaşıyor ama sadece fiziksel bir ilişki bu. Bu kadar karmaşık aşk hikayeleri silsilesini 3 dakikalık bir parçaya sığdıramayağıma göre şarkımı aşk ve onun getireceği kaçınılmaz acı üzerine özetleyici bir söylev üzerine kurardım: Aşk acı çekmektir, acıdan uzak durmak isteyen bünye sevmemelidir. Fakat bu kez birey sevgisizliğin acısını çeker. Aşk acı çekmektir, sevmemek de acı çekmektir öyleyse acı çekmek acı çekmektir. Mutlu olmak sevmektir, mutlu olmak o zaman acı çekmektir, fakat acı çekmek bireyi mutsuz eder, o vakit mutsuz olmak için kişi aşık olmalı ya da acı çekmeyi sevmelidir. Yazabilseydim eğer büyük bir hit olacağına inandığın bu parçanın özeti bu. Maalesef hiç gün yüzüne çıkmadı, hiç kaydedilmedi. Oysa benim gibi Pixies’ e benzemeye çabasındaki Kurt Cobain’ in elde ettiği sonuca bakın : “Smells Like Teen Spirit”

Neyse ki sonunda kar yağdı ve her yer bembeyaz oldu. Gece olduğunda yolları sabah ayazında buz pistine çevirecek karların kısa erime süreci başladı bile. Beklenmedik biçimde sakin bir gece, bütün bir geceyi zıpır Pixies şarkıları ile geçirmiş olan bendeniz için bile hala çok sakin. Kulağımda “Hey” gecenin son şarkısı, şarkıda bahsedilen çılgın kadınlardan kilometrelerce uzaktayım. Ve ufukta sadece gökyüzünü kaplayan kar kızıllığı, gökte hiçbir boşluk yok, hiçbir maymun da cennete gitmeyecek. Herşey son derece normal. Kardan ürküp yola çıkmadım bu gece, kulaklığımdan süzülen müzik daha bir heyecanlıydı. Yine bir müzik dolu hatıralar köşesinde buluşmak üzere, şimdilik iyi geceler.

Hiç yorum yok: