30 Kasım 2007 Cuma

I shall be released - Chrissie Hynde

I shall be released
Chrissie Hynde

Dışarısı çok karanlık, gece lambaları yalnızca kendini aydınlatabiliyor. Üstelik acı bir soğuk var. Balkondaki birayı donmak üzereyken içeri almışım, tadı eski tekel birasını hatırlatıyor. Acayip de kafası var, nedenini bir gün keşfetmeyi düşünüyorum. Tıpkı Büyük Ekspres’ e son gittiğimde olduğu gibi, bir gün birine soracağım. “Neden bu bira çarpıyor kardeşim?” Diğer bir soru da şuydu: O kadar bar var bu şehirde. Hiç bir arkadaşımız buraya gelmez, çoğu bilmez bile. Ortamın yaş ortalaması benden 15-20 yıl kadar fazla. Müzik çalar çalmaz arası, radyodan gelen hafif tınılardan ibaret. Şimdi buradan uzak olmamıza rağmen her seferinde niye buraya geliyoruz? Garsonun cevabı çok netti “Çünkü biramız güzel”. - Bar ya da alkolizm reklamı yapmak niyetinde değilim. Ancak kuru kuru, boş gözlerle sokağa bakıyor olsaydım hala; Bulutsuzluk Özlemi’ ni anımsayıp, “Karanlık, soğuk, alabildiğine derin” diye mırıldanıyor olacaktım. – Hiç de boşa atılır bir iddiası olmayan garsona havalı şekilde çıkışmıştık: “Hayır, burada muhabbetimiz güzel asıl.”

O yıllarda yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen bir dostumla giderdik hep Büyük Ekspres’e. O gitarla çalar, birlikte söylerdik evimizde: “Get back, get back to where you once belong”- Ben aslında pek bilmezdim ama çabuk öğrenmiştim: Velvet Underground, Bob Dylan, Allen Ginsberg, beat akımı, The Beatles, Grateful Dead ya da Easy Rider hakkında atıp tutabilir hale gelmiştim kısa zamanda.- Siz kimsiniz diye soran olursa, “Biz beatnikiz abi ” diye cevaplardı müzikal dostum, hep kafayı çekmenin bir yolunu arardı. Birinci sigarası içmenin erdemleri üzerinde durur, “Tekel iyidir ama çaptan düşürür” derdi.

Ben ise müzikte günceli yakalama derdindeydim, ne varsa yeni, bilinmeyen, “underground”, sıra dışı, onu arar bulurdum. Etrafta tek sevenin ben olduğum düşüncesi nedense çok özel hissettirirdi. Lise yıllarında Pearl Jam’ i bilen tek arkadaşım yoktu, oysa ben “Ten” albümünü defalarca dinleyip ezberlemiştim. Halbuki “Ten” milyonlarca kopya satmıştı, doğru mu? Bir sonraki album windows 95’ ten daha çok ilgi görmüştü. Birkaç yıl sonra ben “Yellow Ledbetter” ın sözlerini ezberlemeye çalışırken birden Bob Dylan dinlerken bulmuştum kendimi, beatnik arkadaşım vesilesiyle. Sürekli yeniyi ararken, Dylan’ ın 30ncu sanat yılı için yapılan konser kaydında tanıştım Crissie abla ile.




İsmi ne kadar benim için zor olsa da bir yerlere yazıp araştırmacı ruh ile üstüne gitmek gerekiyordu; ve orjinalinden güzel yorumlar diye bir klasör açmama sebep olmuştur Crissie Hynde. O nasıl bir buğulu sestir tanrım, öyle ki coverların aranılan şarkıcısıdır, yorumlamadığı ise yok gibidir Hendrix’ den Radiohead’ e kadar. 90 ların bunalım havasını en iyi yansıtan “Creep” i yorumlamıştır ki besmele ile dinlemek gerekir. Gözünün içine giren kahkullere rağmen star olmuştur kendisi. (Bu konuda da bir ilk olmadığını da belirtmek gerekir.) Çirkin rock kraliçeleri Shirley Manson, P.J. Harvey kadar karizmatik, Patti Smith kadar “ben odaklı” ya da maskulin olmaması müziğini ve yorumunu öne çıkarmıştır kanımca.

Grubu Pretenders ile “Don’t get me wrong” veya “I stand by you” dan daha büyük bir hit yapamamış olması ne üzücüdür. Oysa herkes 80’lerde pop-rock dinlemiyor muydu? Oktay Karacan her Pazar günü bir numara budur diye haftalarca “First Time” ı çalmıştı. Yıllar sonra unutuldu ama o yıllarda, ortaokulda ilk aşklarını yaşamayı hedefleyen çocukların derinden iç geçirmelerine yol açardı. Hızını alamayanlar walkmanlerine birer Jennifer Rush kaseti takar, platonik aşklarını hayal ederek arabesk hüzünlere gark olurlardı. Karanlık odalarından, karlardan yansıyan ayışığı ile aydınlanan sokaklara dalıp bıkmadan usanmadan “Careless Whispers” dinlerlerdi.

Hepimizin içinde arabesk bir hüzün yaşama arzusu var mı acaba, derinden, hatta kendimizin bile bile bilmediği kadar derinden gelen bir aşk acısı yaşama tutkusu var mı hepimizde? Dilimiz tersini söylese bile, gidip gelip aynı kapalı demir kapıya çarpmamızın bir sebebi olmalı.Sürekli bir trip, neden böyleyim, o neden böyle soruları, ayrılıklar, özlemeler, biraraya gelip doğru sözleri bulamamalar, hatalar, güven kaybı, karşılıksız aşk vs. Gibi uçsuz bucaksız görülen bir duygu seli sözkonusu, özellikle ilk gençlik dönemlerinde. Durum böyle olunca melodramın müzikleri de güçlü oluyor. Kendimi böyle hissettiğim bir dönemde “To wish impossible things” adı The Cure şarkısını dinlerdim. Cure’ sever dostlarımın 90ların en iyisi dediği Wish albümündedir. Gecenin bir vakti yarı uykulu bir şekilde radyoda bu şarkıyı dinleyenlerin umutsuz aşklarını düşünüp, sabaha kadar kabus gördükleri söylenir.

Pretenders ise hiçbir zaman ortaokul gençliğine hitap etmedi, “Back on the Chain Gang” gibi anlaması güç şarkılar yaptı. Saçlar hep göze girdi. Bol kemanlı akustik versiyonlar yapıldı, konserler verildi. Bir zamanlar müzik vardı dedirtti dinleyenlere. Gitar soloları ne güzeldi, arkadan klavye ne güzel girerdi. “Little Wing” mi daha duygusaldı, “Strawberry fields” mi daha melodikti, “Passenger” dan daha çoşkulusu var mıydı, karanlık bulutlu günlerde botları giyip sokağa çıkmaya zorlayan? Geçmişte kalmadı onlar, dinledikçe yaşatan sizler oldukça.

Hiç yorum yok: