30 Ocak 2008 Çarşamba

White Man In Hammersmith Palais - The Clash



White Man In Hammersmith Palais
The Clash

Johnny Rogan’ ın Smiths biyografi kitabında okumuştum, grup Londra’ da; orada konser veriyordu, kayıtları plaklara basılıyordu. Ulu bir konser mekanı olduğuna kanaat getirmiştim bu Hammersmith Palais denen yerin ve bir gün orada bir konser izlemeyi düşlemiştim. Maalesef son konseri 2007 Nisan’ da The Fall vermiş ve 1919 yılından beri hizmet veren bina yıkılmış. Eskişehir’ deki tarihi kiremit fabrikası gibi, pekçok kültürel değer rant akımına yenik düşüyor, müze haline getirilip kent kültürüne hizmet edeceğine, yıkılıp yerlerine alışveriş merkezleri dikiliyor. Hal böyle olunca; barakayı yıktırmayan, boyayacam diye üzerine kocaman “More Gezmiş” yazan, “Baraka da bizim, bahar şenliği de” diye seligrafi ile kendi kendine t-shirt, atlet vb. basan, her zaman genç kalacak ODTÜ gençliğini de selamlamadan geçmeyelim.

The Clash’ in parçanın isminde mekanın adına yer vermesi boşuna değildir; o dönemde en iyi zamanını yaşayan mekan, sayısız punk grubuna ev sahipliği yapıyordu ki, Strummer onu bu şekilde ölümsüzleştirmiş oldu. Kendini de “Ben kimim ki, sadece Palais’ deki beyaz adamım” diye tanımladı, dönemdaş müzisyenlerinden tut, herkesi apolitik olmalarında, başkaldırı görünümüyle keseyi doldurmalarından dem vurdu. “Hitler gelse, ona limuzin gönderirsiniz” diyecek kadar cesurdu, punkların anlamsız yere birbiriyle mücadele ettiklerini anlattı, “gençlik anlaşamıyorsa en iyisi Robin Hood’ u çağırın paraları dağıtsın” diyebildi, nükteli idi. Ona dahi diyenler çoktu, ama benim tanıdığım en güzel Ankara’ lılardan biriydi, huzur içinde yatsın.


Havasından ya da suyundan olacak, Ankara her zaman güzel konser grupları çıkarmıştır. Sinema Bar’ da az dinlemedik Metropolis, Rainbow ya da Neverland’ i. Hele Neverland neydi tanrım, tekrar birleşsinler diye kampanya yapası geliyor insanın. Sadece onlar mı, her ne kadar dinlemesem, dinleyeni de sevmesem de Pilli Bebek ve ismini Right Said Fred’ den benzeterek almış, eşsiz Mustafa Hadi Dedi de Ankara’ lıdır. Adı Manhattan olan ve jazz club olduğunu iddia eden tiki bir Ankara mekanında Sweet Home Alabama çalmanın ve dinlemenin ne anlamı olduğunu kavrayamamışımdır bir türlü.



Bizim maalesef Hammersmith’ imiz ya da Hacienda’ mız olmadı. Biz telesekretere bırakılan “On’ da Road’ da” mesajı ile Kardeşoğulları Apartmanı’ nda buluştuk, Nicky’s de bir araya geldiğimiz Orc’ dan türedeğine inandığım arkadaşlarımız ile Alice Cooper şarkıları eşliğinde biramızı tokuşturduk, “bitlileeer” diye bağırıp yukarıdan su döken teyzeye de aldırmadık. Hangi taşın üstüne otursanız, camdan bir teyze çıkıp “hastam var” derdi çünkü. Dayanamayanlar gecenin ileri saatlerinde aparmanın katlarını ziyaret eder, bir kısmı da en üst katta, öl ya da öldür mesajı veren “The Trooper” ı söylerlerdi. Daha efendi olanları ise “Ne işim olur? Çubuk’ umu alırım, muhabbetime bakarım.” deyip İş Bankası’ nın karşınındaki boş araziye akmaya başlayınca, böylece Çubukseverler Derneği kurulmuş oldu. Hatta yabancı gelmesin diye kart bile bastırdılar.

O zamanlar The Clash’ den haberimiz yoktu maalesef. Halbuki Küba ordusundan bahseden “This is Radio Clash” i ya da İspanya iç savaşının anlatan “Spanish Bombs” u daha önce duymuş olmak isterdim. Ruhumda daha derin yer etmiş olurlardı, merak duygumu perçinleyip Endülüs gezisi yapmama neden olurlardı belki de. Bizi sağlam müziklere yönlendiren dostluklarımız yeterli olmuyor bazen. Keşke bütün Sioxsie albümlerini ezberleyinceye kadar, ya da Cocteau Twins’ in konser kayıtları peşinde koşuncaya kadar, ya da The Auteurs ve Suede’in b-yüzlerini indirinceye kadar bir tane The Clash albümü dinleyiverseymişim diyor insan. Keşke ingilizce dersindeki etkileyici hocanın hayatını anlatan şarkısı “Grey Day” olacağına, “Lost In the Supermarket” oluverseydi. Keşke MTV deki 120 minutes programında bir kez olsun Clash çalsaydı; tamam “Hobo Humpin' Slobo Babe” de güzeldi, ama Gorky’s Zygothic Minci’ yi bana tanıtan Alternative Nation bir kere olsun bir Clash yorumu çalıverseydi, n’oolurdu sanki? Neyse buna da şükür, dünyada Nick Cave’ in adını duymamış onca insan olduğunu düşünsenize. Nefes alıyorlar bir şekilde, yaşadıklarına da hayat diyorlar. Ancak kaçırdıkları birşeyler yok mu? Bir kez olsun Cowgirl in the Sand’ deki soloları içinde hissetmemiş, hiç hayatının bir döneminde Rush ile yatıp kalkmamış, Sonic Youth’ un Dirty albümünü dinleyip “Shoot” ile uçmamış, “Drunken Butterfly” ile beynini bulandırmamış bir insanın hayat damarlarından biri kopmuş demektir.

Hayatın belli bir döneminde yeterli olanağı varken kopuk yaşayabiliyor insan, ya da bir süreliğine Tom Waits gibilerine özenebiliyor. Bu dönemde punk ile karşılaşırsanız, kendinize bir yer edinip tutunabilirsiniz. Ancak nereye yönleneceği belli olmayan şiddet ortamı sizin ruhunuza uymuyorsa, bunu bir hayat tarzı haline getirmezsiniz. Gözlerinin altını siyaha boyamak ya da Buzzcocks takılıyormuş gibi yapmaktan bahsetmiyorum, gerçekten kopuk olamak cidden zor olmalı. Ama Clash dinliyorsanız, punk triplerine girmenize gerek yok, eğlenceli bir biçimde ciddi olabilen insanlar onlar. Sid Vicious değil ki onlar, enstrüman çalmayı bilmeden müzisyen olmadılar. Konserlerinde olanlar güneşin çocuklarıydı, başkaldırı ruhuna sahiptiler, herşeye yetecek enerjileri vardı; alevdendi saçları, kanlı, kızıl bir meşale gibi yanıyorlardı. Onların yolunda evinde ağlayanların yeri yoktu, sırtlarındaki gözyaşı yükleriyle ağır ve hantal olanların. Ve kalabalığın içindeki gözleri siyah kadın, seni ömrümce özledim; bir dakika olsam yanında özlemimi gözlerinden içerim.

Ama maalesef insanlar punk’ ı anlamadı. Haklarında o kadar belgeseller yapıldı, yine kifayet etmedi. Bir kısım yaratıcılık karşıtı insanlar, ki bunlara göre beatles herşeyi yapmış ve bitirmiştir, onlara göre metal motor gürültüsüdür, jazz da deli saçması. En ağır yorum budur ki kimse farkında değil, maalesef müziği isimler yapmıyor, en iyi müzisyen ve en ünlü solistlerin bir arada olduğu güruh grup olmuyor. The clash elemanları süper müzisyenler değillerdi, ama onların bir amacı vardı. Bu kadar kısa soluklu olduklarını düşündükçe geberiyorum kederden. Ve özlüyorum onları, nerdeyse onbeş senedir koşuyorum karanlıkta ardından. Lambayı yaktım, kar yağıyor dışarda, ve ben hatırlıyorum, Hammersmith yıkılmadan orda olsaydım diyorum, yapabildiklerimle avunuyorum.

Bülent Tekin
Ocak 2008

1 yorum:

comatose dedi ki...

süper yazı, süper yazılar. ne diyeyim ki, takipteyim, devam etmelisin ;)