25 Şubat 2008 Pazartesi

I’ ll be Your Mirror - The Velvet Underground

I’ ll be Your Mirror
The Velvet Underground

Günümüzün aşkları gibi diskoda sürtünme ile başlamadı bizimkisi. O kadar çok uluslu olamadığımızdan havaalanında da tanışmadık. Hele hele internette çet yaparak bir araya gelenlerden de değiliz çok şükür. İnsan ruh ikizini nasıl bulur diye sorsanız buna verecek cevabım olamaz. Birden karşısına çıkar ve anlar diyebilirim, ama bu argüman umutsuz kalplere su serpmez, bilakis gerilimi daha da arttıracaktır. Ancak ipucu vermek gerekirse örneğin, normalden farklı bir hisle hareket ederken bulabilirsiniz kendinizi, onu hayalinizde kurduğundan çok farklı gördüğünüzü fark edersiniz. Onu himaye etmek isteyebilirsiniz ya da ona acırsınız, bir bakmışsınız hep onu düşünüyorsunuz, sizden ayrı olduğunda ne yaptığını merak edersiniz, özlersiniz, birlikte çılgınlıklar yapmaya eğilimlisinizdir. O hayalinizdeki Liv Ullmann değildir halbuki, hastası olduğunuz kahkülleri ya da büyük elmacık kemikleri olmayabilir. Ama yine de gözlerine bakınca pekçok derdi unutur, sıcaklığına bırakıversiniz kendinizi.

Güzel bir yaz akşamı olduğunu hatırlıyorum. Kadim dostlarımdan biriyle dertleşmek üzere o standart mekanlardan biriyle yüzgöz oluyorduk. İkimiz de karşı cins yüzünden dertliydik. Onunkisi hem çok yakın hem de çok uzaktı, platonik dertlere kaymak üzereydi. Benimkisi ise kendisini devrimci sanıyordu, dolayısıyla bendeki durum üzüntüden çok sinir ve gerilimdi. Bu yüzden bol bol Santana ve Gary Moore çalan o mekana çakılıp kalmıştık, “Still Loving You” çaldığında yüzümüzde ekşi bir gülümsemeyle tavana bakıyorduk. Zamansız biçimde, arkadaşımın kavuşamadığı hatun kişi de mekanda yanında nahoş bir beyle tezahür edince, sinir katsayımız yükseldi. Dostumun yüzü ne renk oldu desem, kırmızıdan ziyade taba tonuna yakın. İcabında elemana gireriz dolduruşuyla arkadaşımı onların gittiği yerlere sürüklediğimi hatırlıyorum peşlerinden. Hatta arkadaşımı onunla konuşması için cesaretlendirmek için hiç hoşlanmadığım bir kız tarafından reddedilmeyi bile göz önüne almıştım. Kız benimle konuşmayınca “Ha hayt! Sen kaybedersin!” diyecek kadar futursuzdum. O gece hayatımın aşkıyla karşılaşacağımı nerden bilebilirdim.

Kader zaman zaman bize acımasız oyunlar oynar, öyle ki hayatta tesadüflerin ne kadar önemli sonuçlar doğurduğunu gördükçe planlı yaptıklarımın anlamını sorgular oldum zamanla. Bazen en iyisi olayları akışına bırakmaktır diye düşünürüm, gerisi akıntıya karşı kürek çekmektir ve anlamsızdır. Cocteau Twins dinlerken de benzer çaresizliği yaşardım, ancak belli bir süre sonunda “Ne diyo?” diyerek kurcalamayı bırakacak olgunluğa eriştim. Hayalimdir: Bir gün kalabalık bir mekanda “Serpentskirt” ü çaldıktan sonra biri gelip, şarkının anlamını soracak ve ben yaşlı bir dede misali onun başını şevkatle okşayacağım ve “Daha büyümedin çocuğum” diyeceğim.

Yine bahsettiğim geceye dönersek eğer; standart mekanımıza döndüğümüzde o zamanların popüler gruplarından olan Skunk Anansie çalmıştı ve ben tanışmış olduğum o ulu şahsiyetin kulağına “Weak As I am” diye fısıldayabilmiştim. Nasıl böyle bir risk aldığıma bugün bile hayret ediyorum. Ya anlayıp aşağılama olarak değerlendirseydi ne yapardım düşünsenize. Hayatımın geri kalanını Afrika ormanlarında bir sürüngen olarak geçirmek daha anlamlı olurdu. Pek olası değildi ancak, “I’ll be your mirror” ı fısıldamak isterdim “Weak” yerine. Seni görüyorum, ilk seferede içini okudum senin, kalkanlarını indir, birbirimizi sevgi manyağı yapalım mesajını vermiş olurdum. Mekanda çalmıyordu ama benim içimde çalıyordu, nedense “Please put down your hands, cause I see you” diye söylüyordum kendi kendime, koşar adımlarla son metroyu yakalamaya çalışırken.




Böylece kendini müzikle ifade etmenin müzisyenlerin tekelinde olmadığını da farketmiş oldum. Okuldayken, bir saat boyunca ölçüler ve çevrimlerle uğraştığımız bir dersin sonrasında, “50 ft queenie” yi söylerken bulmuştum kendimi. Ne vakit hoş ve sevimli görünen, çıtı pıtı, hoş sohbet eden ve fakat başa bela olacak sinsi bir hatunla karşılaşsam – Ankara’ da bunlardan çok vardır. Boy ortalaması 1.60 tır. Saç rengi siyahtır. Genelde sosyoloji ya da psikolojide okumuşladır. Görüldükleri yerden hızlıca uzaklaşmanız önerilir. – “Little Trouble Girl” çıkmaya başlar dudaklarımdan. Bir zamanlar insanları ve ışıkları görmek arzusuyla, gece dışarı çıkmak için süslenmeye başladığımda – Suede ya da Smiths tşörtlerinden birini seçip ütülemekten bahsediyorum – “ Kolay bir arkadaşa ihtiyacım var “ diye başlayan hepimizin MTV unplugged sayesinde ezberlediği o Nirvana şarkısını yüksek sesle söylerdim. Zaman içinde onun yerini “Pure Morning” aldı. “Benim Japonum daha iyi. Ne? Nası yani?” diyerek pozitif enerji ile doldurdum kendimi sokağa çıkmadan önce.

O dönemde (ve halen) bayan vokalli gruplara, kadın şarkıcılara özel bir ilgim vardı. Kimse ilgilenmezdi ama ben usanmaksızın Belly, Throwing Muses, Echobelly, The Sundays ve The Breeders dinlerdim. Metallica fanatiği arkadaşlarla “Metallica’ yı bırak Elastica’ ya bak!” diye dalga geçerdim. Afghan Whigs’ i o kadar sevmeme rağmen yıllarca “My Curse” adlı, yaralı gönülleri dağlayan baladlarını hangi muhteşem hanfendinin söylediğini aradım. Oysa şimdi bu bilgiye ulaşmanın kolaylığı karşısında şaşırıyorum. Hepsinden çok ayrı olarak, en çok onu merak etmiştim. Velvet Underground’ la yalnızca bir albüm kaydetmiş olan Nico benim hayalimde bi dudağı yerde bi dudağı gökte devasa biriydi. “Femme Fatale” ve “I’ ll be Your Mirror” daki duruluğa vurulmuştum bir kere. Nasıl olmuşsa 90’ lara gelindiğinde Velvet Underground’ un değeri anlaşılıvermişti birden. Herkes “Perfect Day” ile pastoral sukünete kavuşurken, “I’ ll be your mirror” le uçuşa geçmiştim.

Ama o gece kimse “İçerdeki gürültü seviyesi sürekli duyma bozukluğuna yol açabilir” uyarısına aldırmadan, gürültülü rock şarkıları eşliğinde sohbet ediyordu sanırım. Bazıları “Living On A Prayer” diye bağırarak biralarını tokuşturuyorlardı belki de. Bir kısmı da top sakallarını sıvazlayıp, etrafı araştırıcı gözlerle süzmüş olmalı. Emin değilim çünkü yaklaşık 3 saat boyunca sonradan hayatımın aşkı olacak kişiye birşeyler anlatmıştım. O ise bütün yaptığım geyiklere sabırla dayanıyor, şikayetçi görünmüyordu. Sonunda bu kadar muhabbete taş olsa erirdi deyip vazgeçmiştim. Bir zamanlar ilişkiler iletişimle başlardı ve ben bunun daha doğru olduğuna inanıyorum. Beni eski kafalı bulabilirsiniz. Suede ya da Velvet Underground dinlemek eski kafalılıksa, canlı olarak ska veya pop-rock çalınan bir mekanda en büyüğü 22 yaşıdaki gençlerle birlikte zıplamak, spor ayakkabılar giyip en salaş barlarda eğlenmek gerilerde kaldıysa, fırsatını ve ortamını bulunca düşünmeden Nirvana ile pogo yapabilmek demodeyse eğer; evet ben demodeyim, eski kafalıyım. Yazın duvarlara devasa harflerle, rengarenk grafiti boyaları kullanarak; şu anda yazısını okuduğunuz bu adam, eski kafalılığa devam ediyor hala.


Bülent Tekin
Şubat 2008

1 yorum:

Selda dedi ki...

O günleri çok güzel anımsattın çoooook teşekkürler aşkım....