Venus As a Boy
Björk
Felsefe yapılmayacak yegane yer varsa, o da gece hayatının diplerindeki yerini sonuna kadar hakeden, yerleri bira çamuruyla kaplı, karanlık rock barlarıdır herhalde. Hele ki bu felsefi muhabbeti, kızıla boyanmış saçları ve bilimum yerindeki “piercing” leri ile dikkat çeken, Edirne kaşarından hallice olup, etraftaki hemcinslerinizden pek çoğunu sıradan geçirmiş bir ablaya yapmaya kalktıysanız, vay halinize. Karşınızdaki size ters ters bakıp suratını ekşittikçe, onu etkileyemiş olmanın verdiği özgüven kaybının yanına “Burada, hem de benim gibi biri, bu sürüngenle ne yapıyorum?” şeklinde kafanızda dönmeye başlayan bir hayal kırıklığı eklenir ki; o anda, oracıkta buharlaşıvermek istersiniz. Aslında o gürültülü mekanda, kızıl saçlarının arasından bağırmakta iken amacınız; içerideki bir kapıyı aralayabilmekten çok, kafanızı bulandıran parfümünün de etkisiyle başka hangi bölgelerde “piercing” yaptırmış olduğunu görebilmektir. Bunu önce kendinize itiraf etmelisiniz. Zamanı ve kıvamı geldiğinde bu ve benzeri planlarınızı herhangi bir başkasına da itiraf edebilmenizin zemini böylece oluşmaya başlar. Bir bakmışsınız kendinizle ve garipliklerinizle barışık, samimi bir insan oluvermişsiniz, bazıları da sizi olduğunuz gibi sevivermiş. İşte o bazılarına saklamalısınız nefesinizi. Kol kola girip sokakları arşınlamaktayken, ya da yaprakları çoktan ayaklarınızda olan ağaçlarıyla soğuk ve küçük, bir o kadar da sevimli parkınızdaki banklarda oturup, yan gözle kuğulara nazar etmekte iken döktürmeye başlayabilirsiniz.
Björk
Felsefe yapılmayacak yegane yer varsa, o da gece hayatının diplerindeki yerini sonuna kadar hakeden, yerleri bira çamuruyla kaplı, karanlık rock barlarıdır herhalde. Hele ki bu felsefi muhabbeti, kızıla boyanmış saçları ve bilimum yerindeki “piercing” leri ile dikkat çeken, Edirne kaşarından hallice olup, etraftaki hemcinslerinizden pek çoğunu sıradan geçirmiş bir ablaya yapmaya kalktıysanız, vay halinize. Karşınızdaki size ters ters bakıp suratını ekşittikçe, onu etkileyemiş olmanın verdiği özgüven kaybının yanına “Burada, hem de benim gibi biri, bu sürüngenle ne yapıyorum?” şeklinde kafanızda dönmeye başlayan bir hayal kırıklığı eklenir ki; o anda, oracıkta buharlaşıvermek istersiniz. Aslında o gürültülü mekanda, kızıl saçlarının arasından bağırmakta iken amacınız; içerideki bir kapıyı aralayabilmekten çok, kafanızı bulandıran parfümünün de etkisiyle başka hangi bölgelerde “piercing” yaptırmış olduğunu görebilmektir. Bunu önce kendinize itiraf etmelisiniz. Zamanı ve kıvamı geldiğinde bu ve benzeri planlarınızı herhangi bir başkasına da itiraf edebilmenizin zemini böylece oluşmaya başlar. Bir bakmışsınız kendinizle ve garipliklerinizle barışık, samimi bir insan oluvermişsiniz, bazıları da sizi olduğunuz gibi sevivermiş. İşte o bazılarına saklamalısınız nefesinizi. Kol kola girip sokakları arşınlamaktayken, ya da yaprakları çoktan ayaklarınızda olan ağaçlarıyla soğuk ve küçük, bir o kadar da sevimli parkınızdaki banklarda oturup, yan gözle kuğulara nazar etmekte iken döktürmeye başlayabilirsiniz.
Derken yanınıza çaycı geliverir. Yarım saattir içinizi burkmakta olan kokoreç tadını uzaklaştıracak çaycıya kurtarıcı gibi sarılırsınız. Girişimcilikte sınır tanımayan anadolu insanına saygı göndererek devam edelim: Kokoreç gibi özlemle, arzuyla sizi çeken, çalıp durduğunuz ama bir o kadar da içinizi burkan şarkılardan bahsetmek istiyorsanız, sizi dinleyen de varsa durmayın, devam edin. Tori Amos’ tan bahsedin, yürek dağlayışından. “Across the Universe” den, “Love Song” dan, “Perfect Day” den, “Asphalt World” den dem vurun. Vadide konumlanmış bir başka parka geçin, orada tepenizden geçip durmakta olan arabaları duymayacaksınız. Onun yerine dilinizin dönüp de anlatamayacağınız “Motorcycle Emptiness” in gitarları başlayacaktır kafanızda dönmeye. Birlikte müzik manyağı olacaksınız, bir odaya kapanıp çok sevdiğiniz bir sürü parçayı sırayla birbirinize dinletip duracaksınız. Bir duman ve baş dönmesi içinde kaybedeceksiniz kendinizi, onun içinde yeniden bulmak üzere bir dönem için tamamen yok olacaksınız hep his olarak uzakta durmuş olduğunuz gerçeklik gezegeninden.
Birisi gelip bizi keşfedinceye kadar bir yerlerde harman olup duruyoruz aslında. Olmadık olaylarla, insanlarla haşır neşir oluyoruz. Bazılarımız buna tahammül edemiyor, etrafına bir kabuk örüyor. Evini üstünde taşıyan kaplumbağa misali, onun ağırlığı ile yaşlanıyor. Bazılarımız 36 yaşına kadar geliyor, birisi gelip duvarlarını yıkmadan içindeki güzelliği dışarı bırakamıyor. Daha doğrusu bu güzelliğin farkında değiliz aslında. Bunu ancak o özel kişi keşfedebilir, onun elinde sayısız büyülere sahip asasıyla geleceği güne kadar bizler güneş görmeyen, suzuz bir menekşe kadar solgunuzdur aslında. O bazen parmaklarını kullanır, bazen de sözlerini. Kılıcını havaya kaldırır ve birden yıldırımlar çakmaya başlar. Aslında o gücünu bizden almaktadır. İster sonsuz Asya’ nın merkezinde, Sibirya’ da olalım, ister gençlik kanatlarıyla Afrika’ ya kadar gitmiş olalım, ya da Amerika uydusu zavallı ülkemizde çaresizce oturalım, ona o gücü verelim. Aşk hayatımız öncekini hafızalarımızdan kazıyıp atacaktır. Ve günler geçtikte biz şehirdeki gürültüleri uzaktan dinler olacağız, yalnız kalabalıklara uzaktan bakacağız, aşkın tenimizi kavuran güneşine oturarak, zavallı geçmiş halimizi acı bir tebessüm ile izleyeceğiz.
Güzelliğin göreceli oldu hakkındaki anlamsız söylemi hiç duymamış olalım ve bardağın dolu tarafına bakalım. Gizlediğimiz, ortaya çıkmak için fırsat kollayan, küçük bir aralık bulsa aradan kendini gösterecek, uygun ortam ve insanlar için yanıp tutuşan bir potansiyelimiz var. Standartlaşmış, hatta kalıplaşmış toplum kurallarına uygun olmayacağından korktuğumuzdan ve etrafımızı çevreleyen sıkıcı insanlara gore “normal” kabul edilemeyeceğinden saklamayı sürdürüyoruz onu. Cezalandırıyoruz aslında kendimizi, güzelliğimizi hapsedip, onu iğrenç bir sürüngenmiş gibi eziyoruz. Aç bırakıyoruz aslında ruhumuzu, bir tutam mutluluğu fazla görüyoruz kendimize. Tıpkı acı çayımıza bir kaşık şeker atmaya cesaret edememek gibi bir basiretsizlik bu. Ancak o ruh eşimiz kabuğumuzu kırabiliyor. Aslında bazen onun için de çok kolay değil, cetin ceviziz çünkü. Deneyler, keşifler yapıyor; zorluyor, kurcalıyor, pes etmeden irdeliyor, derinlerdeki spiralin en diplerine iniyor; karanlık, ıslak, her tarafı garip bir kokuyla kaplı ve ziyaretçisine korku salacak kadar berbat bir yerden bulup çıkarıyor madeni. Toplum öylesine bastırmış ki benliğimizi, kendimizi keşfetmek için çabamızı bile köreltmiş. Halbuki bilgilerin en büyüğüdür kişinin kendisi hakkında bildiği. Bazen itiraf etmekte zorlanmamızın, kendimizle alay edemeyişimizin, garipliklerimizle barışamamızın, onları büyütüp, süsleyip vitrine koyamayışımızın nedeni budur.
Yukarıda anlatılanlar kafanızı karıştırıyorsa Björk’ un artık oldukça yaşlanmış olan, “Venus As A Boy” unu dinleyin geçin. Çünkü şarkıda bahsedilen kişi güzelliğe inanıyordu, ben de inanıyordum – hala da inanıyorum ya – o zamanlar. Bu inancımdı bana, o kızıl saçlarının arasından, pahalı parfümünün kokusununun etkisiyle “bir fena” olmama rağmen, “Sen güzelliğe inanır mısın?” diye başlayan cümleler kurmaya yetecek gücü veren. Kendimi komik duruma düşüreceğimden hiç korkmadım, yanlışı sürekli kendimde arayıp egomu bastırmanın da bir sonu olmalı değil mi? Aslında o kalabalıkta aradığımız, yağmurlara hasret çöller gibi arzuladığımız egomuza iyi gelecek biraz ilgiydi sadece. Delicesine peşinde koştuğumuz buydu, kendimize güvenmek bizi mutlu edecekti. Blur’ ün “Charmless Man” inde tarif edilen adam olmadığımıza – ya da ona dönüşmekte olmadığımıza – dair ufak bir işaret bize yeterdi. İçimizdeki Venüs belki kendiliğinden çıkıverdirdi böylece. Karanlık sokaklarda çıplak ayakla koşacak kadar deliyiz, her gördüğümüz duvara bir graffiti şaheseri boyayacak kadar da yetenekliyiz. Sadece farkında değiliz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder