Crowded House
Sabah işe doğru yürüyorum, gözlerim parlayan güneşle doldu, açamıyorum. Gece yatakta dönüp durmanın etkisiyle saçlarımın bir tarafı yatmamak üzere kalkmış. Gözlerim uyku mahmurluğuyla şişmiş. Güneş doğalı çok olmuş, bugün en uzun gündüz ve buralarda sadece 3 saat gece oluyor. Neredeyse bir taraftan derin denizleri andıran bir mavilikle batmışken, diğer taraftan parlement mavisi ile doğma eğilimindeydi sevgili yıldızımız dün gece. Sabah işe doğru yürüyorum, hurdalığın yanından geçerken dilimde bir yandan “Four Seasons In One Day” dolanmaktayken “Başımı yine riske ederdim” dizesi geçince “Neden ki? Kendini ne için riske ediyor acaba?” diye duruyorum. Ayakkabılarıma metal çapakları batmasın diye zigzaglar çiziyorum. Hurdalığa nezaret eden bekçiye hiç bakmıyorum, ne de olsa uyanamadım ve sinirliyim değil mi? Derken klibinde Michael Stripe’ ın sürekli yürürken şarkı söylediği “Man on the Moon” aklıma geliyor, çok severim ama sabah sabah gitmiyor diye zihnimde arkalara bir yerlere atıyorum. Güneş doğalı 5 saat oldu ama hala gölgelerin uzunluğunu farkediyorum. Bir anda 10 metre ötemden hışımla; gölgelerden bile uzun bacaklarıyla, kocaman gözleri ve siyah makyajıyla dikkat geçen Anna geçiyor, hızla soyunma odasına dalıyor. Adını dün öğrendim, haftaya ayrılıyormuş. Bunun üstünde duramayacak kadar uykusuzum ve işe geç kalmışım. Ama o sırada arabayla park yerine Anna kadar hışımlı giren birinin üstünde durmadan yapamayacağım. Park ettikten sonra arabadan inmiyor; yakınlaştıkça sesi duyabiliyorum, önce bam bam çalan pop ritmleri duyuluyor, sonra bunun Norveç’ in Eurovizyon’ u kazanan parçası olduğunu farkediyorum. Arkadaşım enerji toplamak ve psikolojisini yükseltmek için bangır bangır çalıp, araba koltuğunda ritmik bir şekilde zıplıyor. Sabah terapisi sonuçta, benim de Crowded House ile yapmaya çalıştığım buydu, sözlere takılmıyorum artık ben de, aynı anda hem aranağmeye hem de ofise dalıyorum. Sözler yağmur gibi damlıyor aklıma, şimdi gördüklerime selam veriyorum, erkeklerin ellerini sıkıyorum. Çay odasına gidip insanlarla geyik yaptım, 28 yaşında çocuklu dul kızlar bana bakmamaya özen göstererek anlattıklarıma güldüler. Artık işe başlamalıyım, yoğun bir gün olacak.
İnsan nefret ettiği sahneleri periyodik olarak yaşamak zorunda mı? “Seve seve” o hurdalığın yanından geçerek işe yürüdüğümde nerde yanlış yapıyorum diye düşünürüm. Tamamen farklı bir ortama ışınlanmak istediğim çok oldu o aydınlık sabahlarda: Beyaz tonlarla döşenmiş bir ofiste sabah çayımı karıştırıyorum, bir yandan zarif arkadaşlarımla sohbet ediyorum. Festivalde son gittiğim filmden ya da tatil için yaptığım planlardan bahsediyorum. Onların Küba’ da geçirdikleri güzel günleri dinliyorum; ya da Olimpos’ un nasıl değiştiğini ya da Kızıldeniz’ deki deniz canlı çeşitliliğini, Atlas okyanusundaki gelgitleri anlatırken onlar, Belvedir manzaralı odama gidip geliyorum. Askerde nasıl da garnizonu izinsiz terk edip Hasankeyf yaptığımı anımsıyorum. Başa çıkabileceğim kadar derdim var, basit sorunlarım da sürüncemede kalmıyor. Strafor bardakta çay içmeye razıyım, bir poğaça getirenimiz bile var, daha ne isteyelim. Basit standartların bile çok uzağında olduğumdan dünyayı gezme hayallerim artarak canlılığını koruyor. Güney Amerika gibi zor hedefler koymadım kendime, evet Machu Pichu treninde olmak istiyorum bir gün, ama daha sonra.
İşte bu sonu gelmeyen gezme hayallerimin de aklımda döndürüp durduğu bir marşım var tabii ki; o da yine Crowded House’ dan “Distant Sun”. Parçayı dünyayı keşfetme hayallerimin arka plan müziği yapmam aslında tamamen sözleri yanlış anlamamdan kaynaklanıyor ama olsun. Ne de olsa Yeni Zelanda’ lılardan benim ana dilimde parçalar yapmalarını beklemiyorum. Arada ikincil bir dil olduğundan Neil Finn ile tam olarak anlaşamamamız kaçınılmaz. Bunu enternasyonel iletişimin bir gerçeği olarak kabul eder geçerim. Yanlış anlaşılmalar komik oldukça da güler geçerim. Sonuçta muhabbetimize bakalım: Parçanın içinde geçen “Halen seyahat etmek için gencim” ifadesidir belki de beni yakalayan ve 1993 den beri onu dilime yapıştıran. Ancak itiraf ediyorum ben nakarat kısmını tamamen yanlış anlamıştım: Parçanın kahramanının yedi dünyanın çarpışmasını müteakkiben çok uzak bir güneşe kadar gidip yaşlanacağını zannetmiştim. Kabul edin ki masum ve güzel bir hata bu. Oysa ki Neil Finn arzularının şiddetini kontrol edemeyen aşkının hışmını anlatmak istiyormuş: Yedi dünyayı çarptırıp o vahşetiyle, uzak bir güneşin külleri herkesin üzerine yağacakmış meğersem. O yıllarda şimdiki kadar şiir okumuşluğum olsaydı belki – ufak bir şans ama - bu teşbihten payıma düşeni alabilirdim.
Ama ben küçük cahilliğim için de mutluydum, Neil’ in sözleri içinde küçük kısımları yapıştırıp dilime, tekrar edip durdum. Eşsiz bas armonisi, geri vokallerin yarattığı ambians, sıradışı aranağmeler, doksanların başında gruptaki yerini alan Mark Hart’ ın 12 telli akustik ile mükemmel uyum sağlayan parlak gitarları başka hiçbir pop grubunda olmayan bir tınıyı bizlere sunuyordu. “Fall At Your Feet” ile birlikte armoninin pik yaptığı en muhteşem Crowded House hitidir kanımca “Distant Sun”. Bu kalitede pop parçaları çok sık yapılmadığından kıymetini bilen bendeniz onlara hakkettiği saygıyı hep göstermişimdir; dinlemiş, dinletmişimdir ve bir türlü doyamamışımdır yıllarca. Keşke onlar mitoz bölünme ile çoğalıp etrafa müzik saçan nicelerini yetiştirebilselerdi. Bir James Blunt için iki onyıl beklemek zorunda kalmasaydık. Evet unutmadım çünkü ben hiçbirşeyi, o eşsiz Türk müziği parçasında söylendiği gibi, unutmak için sevmedim. Sevdiğim hiçbir şeyi de unutmadım, eğer unutmuşsam gerçekten sevmemişimdir diye düşünürüm. Hepsinin de adını anımsıyorum. Belki “Enter Sandman” i eskisi kadar dinlemiyorum ama o zaman için güzeldi, orada o güzelliği ile kalmaya devam edebilir, bir gün gelir tozlu rafından çıkar. Ama Crowded House gibi içimize işleyenlerin asla tozlanmasına izin vermemeliyiz. Evet işe gidiş güzergahımızı belki değiştiremiyoruz ama en azından bize kalan zamanlarda neler dinleyebileceğimizi seçebiliriz. En azından daha çok müzik terapisi yapabiliriz, herkese tavsiyemdir.
Bunun için zamanım yok demeyin ne olur. Hepinizi Pazar akşamları televizyonun karşısında hayal edebiliyorum. Dizi furyasına kaptırmamışsanız kendinizi, haftanın gollerini izleyebilmek için geç saatlere kadar beklerken birkaç kabadayı adamın işkembeden salladıkları yorumlardan da sıkılmışsanız; tahminimce reklamlar arasından fırsat buldukça, bol aksiyonlu bir gişe filmine bakmaya çalışıyorsunuz. Ertesi gün işte uykusuz olacağınızı bilmenin verdiği derin rahatsızlıkla hiç birşey yapamayarak oturmaktasınız. Televizyon izlemeyi bıraktığımdan beri Pazar akşamlarım daha mutlu. Şimdi kulaklıklarımı takıp, “Private Universe” ile ruhuma iyilik yapıyorum. Siz de en az benim kadar bu terapiyi hak ediyorsunuz, ve artık kendinize haksızlık yapmayın. Dünyayı turlamak için enerji biriktiriyorum, güç kulaklıklarımdan içime doluyor. Henüz çok uzağım Peru’ ya, ama Crowded House ile kendimi 98 oktan motivasyonla doldurdum. Pazar akşamı, ayaklarımı uzatmış penceremden dışarı bakıyorum, doğru zamanı bekliyorum sadece.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder