2 Eylül 2009 Çarşamba

Neil Jung - Teenage Fanclub

Müzik adına “high end” olan birşey varsa o da Teenage Fanclub dür. Liam Gallager’a göre en iyi ikinci, Kurt Cobain’ a göre dünyanın en iyi grubuydu. Hangisi haklydı bilemiyorum ama zamanında onları hiç duymamış, onların en şaşalı zamanlarında kısa pantolonla gezmekte olan günümüz gençliği bile dinler dinlemez hastası olup ipod’ larına dolduruyorsa, bir takım dergiler, o liste senin bu liste benim, en iyiler, en babalar, en unutulmazlar, ilk 100’lerine alıyorlarsa onları, her ikisinin de haklı olabileceklerini düşünebilirsiniz. Geç kalmış sayılmazsınız, dönemler üstü bir grubu dinlemiş olacağınızdan, kesinlikle demode birşey yapmış olmuyorsunuz. Abartılmış popüler yeni gruplarla ilgilenmeyip damarı yakalayınca dibine kadar giderim diyorsanız, buyrun burdan yakın, zarardan dönün. Aslında ben bile onları tam olarak yakalayabilmiş sayılmam. Zamanında Süleyman abiye sormuştum, nasıl bir grup diye, o da “Çok iyi bir grup” demekle yetinmişti, o aralar Slowdive ve Adorable’ a fena taktığımı farketmiş olacak ki bana şiddetle tavsiye etmemişti. O yıllarda müzik ansiklopedimin sayfalarını doldurmakla meşguldüm, ne duysam harddiske yazıyordum, Shades’ de hep vitrini işgal eden bir grup olduğundan aklımda hep bir merak unsuru olarak kalmıştı Teenage Fanclub. Doksanların sonunda da olsa Songs from Northern Britain ile muhabbete dalmış oldum. Bilenle merak edenin bir olamayacağını daha iyi anlamıştım, meraklarımı ertelememeye karar verdim böylece. Yazar olmayı hayal eden bir alkolik olmaktansa, alkolden fırsat buldukça yazabilen bir yazar olmayı tercih etmişti ya Beyaz zenciler. Gelip geçen hayatı uzaktan izlemek yerine, ilaçlamaya ve bostancıya rağmen ağaçtaki elmaları toplamaktan çekinmeyen, istediği yere giden, istediğini alan aktif biri olmalıydım. Bünyem elverdikçe öyle yapmaya çalıştım.


Koşullar maalesef beni engelledi son yıllarda, özellikle son zamanlarda uzun süredir süregiden bölünmüş hayatıma takmış durumdayım. Bölünmenin önüne geçmeyi bırakın bilerek ve isteyerek yeni parçalara bölüyorum hayatımı. Müziklerimin bir kısmı örneğin, onlara geri döneceğim günü sabırla bekledikleri bir depoda tozlanırken, bir kısmı 3 odalı evimde, bir kutuda onları hiç dinlemediğim için bana küskün, bir kısmı bu yazıları yazmış olduğum loş ışıklı odada olmaktan ve arabadan arabaya, sırtçantaları vasıtasıyla taşınmaktan eskimiş ve yorulmuş. Bazıları bu bilgisayarımda, bazıları evdekinde, dinlemek istediğim Del Amitri kasetimden kilometrelerce uzaktayım. İlaçlarım evde kaldı, şarj cihazım odamda; cüzdanım çekmecemde kitli, anahtarım evde kaldı, fotoğraf makinem yanımda ama filmlerim Türkiye’de kaldı. Mavi ceketimi giymek istiyorum ama burda değil, peace tşörtümü giymek istiyorum ama odada bırakmışım. Ne dinlemek istesem yanımda değil, kimi görmek istemesem akşamları yanyana oturuyorum. Evime bile gidemiyorum çoğu zaman, sigara dumanıyla kaplı, ısı farkı nedeniyle camları buğulanmış bir odada, millet Kurtlar vadisi izlerken, kulaklığımı takıp – allahtan evde bırakmamışım- etraftaki olaylara tepki vermemeye çalışarak yazmaya çabalıyorum. Bu eziyetin sonu gelecek mi diye de düşünmüyorum, kürek mahkumları kadar duyarsız mı oldum, nedir? Ama bunun sonu iyi değil. Böyle böyle, bana gelecek bir gün biliyorum yandan yandan; istediğim kadar “Alcoholiday” dinleyip medet umayım biradan, yazı yazıp içimi dökebilsem de azıcık ucundan, birgün psikosavaşı kaybetmekten korkuyorum. Giden yılların geri gelmemesi bir yana, dert geldi mi kolay gitmiyor sevgili okuyucu. Ruhumu güçlü tutabilmek için tek yapabildiğim; kulaklıklarımı takıp “Versimilitude” un ritmlerine tutunup ruhumu zenginleştirmeye çalışmak, gözlerimi kapatıp biraz unutmak.

Çok şükür tatillerde bir yerlere kaçabildim. Sıradışı olarak bu sene 2 farklı ülkeye gittim, ilginç seyler görüp, yeni tadlar buldum. Kandiye’ de D&D fanatiklerinin dükkanından Paris’ teki surf rock barına kadar keşfettim. 1 Temmuz’ da Moskova’ da gerçekleşen Moz konserinden güzel anılarla ayrıldım. Ama dönüp dolaşıp sürekli kürkçü dükkanına kuyruğum kısık bir biçimde dönüyorum ya , işte o koyuyor adama. Kas kas nereye kadar, sen istediğin kadar bir taraflarını yırt, herşey olacağına varıyor. Bütün bu mücadele sonunda tek elde ettiğimiz nedir biliyor musunuz dostlar? Kendimizi yaşlandırmaktır elde ettiğimiz sonuç.

Bilmiyorum 35 yaş gerçekten bir eşik midir, eskiden herkes yaşımı genç tahmin ederdi, şimdi gören “35 misin?” diyor. Yaşlandığımın diğer bir göstergesi de son yıllarda yeni grupların, mesela Arctic Monkeys’ in geçmişten nasıl etkilendiklerini keşfetmek yerine geçmişin kendisiyle ilgilenmem. Yıllardır Suede dinliyorum diye ve de modern hayatın psikozlarına maruz kaldım diye, ayrıca 2000 li yılların vahşi seks hayatına ayak uyduramadım diye, para ve gösteriş yerine duygulara arkadaşlıklara, paylaşımlara ve küçük mutluluklara değer verdim diye eski kafalı ve demode ilan etmiştim zaten kendimi. Ama sene neredeyse 2010 olmuş, vatandaş 3G diyor sen hala adam akıllı bir mp3 player alamamışsın, hala Kings of Leon dinlemeye zaman ayırmamışsın, Neil young albümlerini ezber yapmakla meşgulsun. Sonuç ortada, “Old man” i gitarla çalabilecek kadar çok kez dinlemişsin, lambalarının teki sönmüş bir odadasın, pop caz hayranı değilsin ama Bruce Hornsby’nin “Madman Across the Water” yorumu ile kafayı buluyoyorsun, “Heart of Gold” çalınırkken “And I’m Getting Old” diye katılıyorsun. Hadi canım sen de, kimi kandırıyorsun? Sonic Youth bile senden genç, hala taşları yerinden oynatabiliyorlar, sen hangi cevizi kırabiliyorsun ki? 3-5 örnek dışında yeni film bile izlememişsin, Yaban Çilekleri ile, Ayna ile kafayı yiyorsun farkında değilsin. Anderi Tarkovsky’ yi ruslar bile sevmiyor, bir iki uçuk tip dışında. Açılım diye bağıra bağıra poposunu açıyor hükümet, hala sen kapalı mısın? Dinazor damgası yemene az kaldı ona göre, hala Teenage Fanclub mü dinliyorsun?


Evet devam, kaldığım yerden. 2010 da yeni albümleri çıkacacak, merakla bekliyorum. Damgalarla, yaftalarla zaten aram yok. Ama kendimi kendime kabul ettirmek için arasıra burada konserlere gidiyorum. Hiç de öyle son moda şeylerle karşılaşmıyorum. Son gittiğim akşam 8 kişilik, Leningrad Cowboys tarzı, dibine kadar punk’ a bulanmış, görüntüde normal ruhunda, özünde punk olan, rock’n roll yapmanın Amerikalıların tekelinde olmadığının ispatı, Vasya Lozhkin Rock’n Roll Band ile tanıştım. Bulduğum tek boş sandalyeye oturdum. Ancak sadece ölü olduğu için değil de, baltık denizinden beri geldiği bütün yol boyunca donuk olmaktan baymış birer ringa balığı kadar ruhsuz gözüken – sözde - genç topluluğa şöyle bir baktım. Benim zamanımdaki Ankara gençliği olsa var ya, orası yıkılmıştı. Trombon patlamış, trompet bir tarafa girmiş, saksafocu sahne arkasında çalışıyor olurdu. Vasya baba zırt pırt “Yavaş arkadaşlar ayıp oluyor” gibi anonslar yapardı. Neyse ki burada badigard denen saçma oluşum olmadığından deli dana misali ska ska zıplasanız da kimse bişey demiyor; tutup kolunuzdan dışarı atacak bir organizasyon yok. (Denedim bişey olmadı) Bencileyin demode çılgın vatandaşlardan dolduruşa getirdiğim tipler oldu demek ki, etrafım dolmaya başladı. Hepsinde en az on yıldır orada vodka içiyormuş gibi bir ifade vardı. Bir oturdum, baktım ki yine boşalmış. Ciddi nesil farkı var arkadaş, anlaşıldı. Nooldu, enerjinizi sabaha kadar süzüleceğiniz diskoya mı saklıyorsunuz? Siz bilirsiniz.


Bu tarz bir eğlence herkese göre olmayabilir tabii ki. İçimden bir ses diyor ki: Paşa paşa oturup müziğimizi dinleyelim. Öyle ürkütmeyelim vakvakları, sakin sakin takılalım, fan fini fin fondan uzak duralım. Benim devrelerim çoktan ağır abi oldular yahu. Kafayı traşladılar, göbeği saldılar, çizgili kravatı sallandırıp geziyorlar. Yazgı diyip geçemeyeceğim, kendim böyle tercih ettim. Eski modayız dediysek de Fred Astaire değiliz herhalde, yaylılar eşliğinde takım elbiseyle vals yapmak da bize göre değil. (Gerçi partnerim Rita Hayworth olursa bu konuyu gözden geçirebilirim) Benim gibiler toplum içinde az olsak da varlığımızı sürdürüyoruz, kıymetimizi bilenlere ancak açıyoruz istiridyemizin kapaklarını. Çoğu zaman derinlerde gizliyoruz kendimizi, kendi kendimize Neil Young ve Teenage Fanclub ile idare ediyoruz. Herbisi ayrı ayrı duyumsanabilen ritm gitarlarla, akustik derin piano melodileriyle, hep bir ağızdan söylenen kalbe hitap eden şarkılarla besleniyoruz. Morrissey konserlerinde şarkılara verdiğimiz çılgın tepkilere kendimiz bile şaşıyoruz. Daha ne kadar böyle devam edebiliriz, nereye kadar gidebilir? 40? 50? Gönül yaşına hiç bakmıyorum zaten, 25 miyim 35 miyim emin olamıyorum bazen. Bu suratsız, kasıcı, gıcık adam nasıl olup da 80’s diskoda “Got My Mind Set On You” çalınca zincirinden boşalmış vahşi atlar, ya da West Ham maçındaki Cantona misali adrenalin dolabiliyor. Merhaba gençler ve daima genç kalanların ikinci yarısına geçiyoruz, geçiş zaman zaman şaşırtıcı olaylarla sarsıcı olabiliyor. İnsanın kendine bile alışması zaman ve sabır alıyor. En iyisi yaşlılık sendromuna girmeden, sallayıp yuvarlamaya devam etmek, nefes alabildiğimiz yere kadar mahalle baskısına aldırmamak, başkalarının ne düşündüğünü takmadan kendin olabilmek. Sanırım bunu yapabiliriz. Çoğumuz gençliğimizde sahip olmadığımız tecrübe ve imkanlara sahibiz. Bu bakış açısına sahip olmamız yeterli manzaralı koyumuza ulaşmak için, parlayan güneş ile doldurup tabaklarımızı, mükemmel simetriyi yakalayabiliriz.

3 yorum:

Gurcay dedi ki...

Yeni yazı bekliyoruz. Özledik...

Ali G. dedi ki...

birader biraz uzun yazmiyo musun?:) Dur bi yutuptan dinliim su tineyc fanlabi..atladimisin ben onlari...

D.İpek dedi ki...

Merhaba,
Size ulaşabileceğim bir iletişim adresi var mıdır? Miaposta Haftanın Blog'u ile ilgili...(e-mail adresi)

Teşekkürler.
Sevgiler
İpek