Underwear
Pulp
Bazı şarkılar vardı ki, gerçekten unutmak istiyordum. Sevmediğimden ya da sıkıldığım için değil aslında, sadece onları sevmeme, hatırlamama ve özlememe neden olan ruh halinden uzaklaşmaktı amacım. İçimdeki kavgalara bir son veremeyerek, neler hissetmem ve neler yapmam konusunda kararsızlık içine itilmekten korkuyordum. Arınmak, bir psikoloğa gidip “Bu hissettiklerim, arzularım doğal mı?” diye utanmadan sorabilmek, gamzeleri güzel birine, sırf onları sıkça görebilmek için onunla neşeli bir sohbet yapmayı istediğimi itiraf etmek gibi hedeflerim vardı. Yapabilsem yanlış anlaşılmayacağımdan emindim; kararlı ve yeterince net olacaktım. Ama arınamayacağıma ve huzur bulamayağıma olan inancımın bastırıcı gücünden olmalı, harekete geçmemi isteyen o şarkıları zihnimden silmeye çalışıyor, ellerimle yüzümü ovuşturuyor, aptal oyunlar ile zaman öldürüyor, ne kadar eski moda hislere sahip olduğuma inanamıyor, keşfedilmemek ve farkedilmemek için üstümde taşıdığım kalın kabuğumun altında ezilerek, beynimde aynen benim gibi kimseyle paylaşamadığı arzularla dolu yaradılışına isyan eden Morrissey şarkısı çınlamakta iken bütün bir Pazar günümü tavana bakarak geçirmek suretiyle kendime işkence ediyordum. Yapmak istediklerime engel olması için yaradana dua ediyordum.
Peki ama dinlediğim müziklerin hiç mi suçu yoktu? Onlar değil miydi kulaklıklarımdan içime sızan ümitsizlik ve hayal kırıklıklarının kaynağı? Onlar değil miydi belki de yalnız başıma kalsam bastırabileceğim arzularımı körükleyen? “Lips Like Sugar” gibileriyle bizi tahrik etmediler mi? “İki yol var demiştim, hepsinin sonu aynı” diyerek edilgenliğe, çaresizliğe yönlendirenler olmadı mı? Hele o “kelimeler (kolay çıkmıyor)” diyenlere, öpücükle mühürlenmiş mektuplar gönderenlere ne demeli? Suçu şarkılara atarak kolaya kaçmak istemiyorum ama “Gözlerimi, aklımı senden alamıyorum” diye ruhumuza kazırcasına tekrar eden parçanın normal insanlar gibi görünmeye çalışan, içi tatmin edilemez arzularla dolu, belki de aşık olmanın kendisine aşık birine önerilebileceğini zannetmiyorum. Aşık olup olmama, duygularını reddetme ile reddedilme korkusunun sarmalı arasında kalmışken ve de şişenin dibini görüp sabahlamışken “Somebody” yi dinlemek yaraya tuz basmak değil de nedir?
Eminim ki benim yaşıtlarımın pek azı böyle şeylere kafa yoruyordu. Yıllar sonra değerlendirdiğimde, herkesin değiştiğini ama normalle normal olmayanın bir araya gelemediğini görüyorum. Çoğunun esas gündemi kısır politik yalanlar, futbol, ekonominin nasıl gittiği, çocuğunu hangi özel okula göndereceği ya da hangi semtten işine daha çabuk gideceği, üçüncü köprünün trafik sorununu çözüp çözemeyeceği, tanıdıklarının dedikodusu, yükselebilmek için kimlerle arasını iyi tutması gerektiği, ayın sonunu nasıl getireceği, çocuğunun matematiğe kafasının neden basmadığı gibi hiçbir zaman bir sonuca varmayacak anlamsız konulardan ibaret. Ne zaman uyanacaklarını merak ediyorum, dünyada olup bitenlere bu kadar duyarsız olmalarına dayanamıyorum. Ne onlar değişecek, ne de ben onlara benzeyeceğim. Benzini onlar en pahalı alacaklar, kazandıklarının yarısını vergi olarak verecekler ama sesleri çıkmayacak. Memleketleri satılırken onlar para geliyor diyecek, borsa yükseliyor diye sevinecek, susuzluğa kader diyecek, dizilerini ve maçlarını izlemeyi sürdürecekler. Onlar, beyinleri televizyonla uyuşturulup sistematik olarak zevksizleştirilenler normalse; kabul edilebilirse gazetelerin yalanlarına inanıp, cahil mutluluğuyla gözlerini kapatabilmek; genele yayılmışsa tepkisizlik, eziklik, magazin olmuşsa yaygın ilgi alanı; evet kabul ediyorum rahatlıkla itiraf ediyorum: Garip olan, anormal olan benim.
Ama yine de - müzik sayesinde belki de – pek yalnız olmadığıma seviniyorum. Düşünsenize gelmiş geçmiş en sevilen şarkılardan birinin nakaratı “Çektiklerim işe yaramıyor ve biliyorum ki yüzünü yine göreceğim” olabildiğine göre yaşamının bir döneminde olsun hayal kırıklığı marşını söyleyenler pek de az olmasa gerek. Her bir birey için önemli olan, bu psikolojinin çok uzun bir zamana yayılmasına engel olabilmek, ruhunuzda kalıcı yaralar kalmasını engelleyebilmek, sonraki yıllarda gelmesi muhtemel yeni sendromlara hazırlıklı olabilmek. Bazılarımız melankolik ruh halinden bir şekilde sıyrıldıktan sonra tamamen geçmişini inkar edip, yalnızca kültürel boşlukla yaşamayı tercih edebiliyor. Ancak siz de benim gibi doksanların müziğiyle fazlaca haşır neşir olmuşsanız, gereğinden fazla Cure dinlemişseniz, yıllar sonra bile My Bloody Valentine müziğini araştırıyorsanız melankoli benliğinize yapışmış demektir ki; artık kurtulmak yerine ondan zevk almayı öğrenirsiniz. Hüzünü getiren dinlediğim şarkılar mı ya da içinde olduğum psikolojim mi bu şarkılara davet çıkarıyor diye sorgulamayı bırakırsınız.
Herşeyin sorumlusunu - o mutsuz dönemlerin sonunda - bırakmıştım içimde aramayı. Pek fazla birşeyle ilgilenmiyordum, odamda oturup Smiths albümlerini sırayla dinlemek dışında. Etrafım özgüveni dorukta, futursuz ve acımasız dişilerle çevrilmişti. Onlar yüzündendi yalnızlığa kapanmışlığım, ne zaman dışarı uzansam yiyordum kafama tokmağı. Neden bu kadar büyütüyordum ki sanki cinsellik denen şeyi? Bazıları sıkça farklı kişilerle yapmıyor muydu bunu? O kadar da ciddiye almaya değmezdi, aslında çoğunun sadece iç çamaşırlarını merak etmiyor muydum sonuçta. Bu denli zor olmamalıydı en sonunda kalbinin kırılacağını bile bile kendini karşı cinse terk edebilmek. Perdeleri kapatıp, elbiselerimi çıkarınca kalbimin kalkanlarını mı indirmiş oluyordum? Ne yaman çelişkidir dünyanın öteki yarısı ile yatmayı istediğin halde, birisi seni yatağa atmaya çalışınca duygusallaşıp ilişkiye hak etmediği anlamlar yüklemek, her ilişkide fırtınalı duygular aramak. Aşktan gözün birşey görmediği, bulutların üzerinde geçirilen anlara duyulan özlemim etkisini yavaş yavaş yitirdikten sonra kurtuldum, odamdan dışarı adım attım, kırılgan olmadığıma inandırdım kendimi, hiçbiri yaralayamazdı beni. Kendi kendime yemin ettim: Çıtı pıtı olup sevimli görünen, sosyoloji ya da psikoloji okumuş, entellektüel, sosyalist olduğunu sanan birisiyle ilgilenmeyecektim kesinlikle. Çok zarar görmüştüm onlardan ve dersimi almıştım. Ve fazla zaman geçmedi ve ben, yeminimi bozdum!
Bütün o vahşi dişilerin açtığı yaraları elbette ki bir başka dişi tedavi edebilirdi ve öyle de oldu. Bu kadar çabuk iyileşebileceğimi ummazdım doğrusu. Herşeyi unutmuştum ki Pulp’ ın “Underwear” adlı şarkısını dinledim bir arkadaşımda. Bir başkasının da benim gibi hissetmiş olduğuna inanabilirdim belki, fakat duygularımı yazıp besteleyebileceklerini beklemezdim doğrusu. Adam yaşadığım bazı anları ve o anlarda yaşadığım karmaşayı anlatıyordu adeta. Senin için çok üzgünüm Jarvis abi; ben o yollardan çoktan geçtim. Artık ruhum esiri değil basit korkuların. Yaşadıklarım da güzel birer anı, gülümseyerek hatırlıyorum çapkın gülümsemeleri, ayrılıkları, kulağa fısıldanan güzel sözleri, sinirden tekmelediğim duvarları. Sana başarılar diliyorum; sen yine zayıflıklarımızı anlat, çıkıp onları söyle, konserlerde hep bir ağızdan sana eşlik edeceklerdir. Ben sadece tembel, sakin bir Pazar sabahı anımsayacağım seni ve umutsuz günlerimi. Kahvemden bir yudum alıp, soğuk, derin bir nefes çekerek bulutlara dalacağım.
31 Ağustos 2008 Pazar
16 Ağustos 2008 Cumartesi
Be Sweet - The Afghan Whigs
Be Sweet
The Afghan Whigs
1996 yılında gecenin bir yarısında Ankara’ da radyonuzu açmışsanız ve frenkansıda doğru yere ayarlamışsanız yedide bir ihtimal Afghan Whigs ile açılan bir program duyardınız. Son derece amatör ruhla hafta boyunca çalınacak müzikleri planlar, şarkıları ve akış düzenini belirler, küçük kağıtlara kurşun kalemlerle yazar, tekrar tekrar dinlerdim. Yola çıkmadan önce kasetleri tam yerlerine sarar hazır erderdim, hepsini sırayla kurşuni yeşil renkteki tek omzuma asacağım paspal çantama doldurmadan önce. Sonrasında ise Kızılay’ dan aktarma ile İlker mahallesindeki gecekonduya olan yolculuğum başlardı. Kurban bayramına yakın bir dönemde brandayla çevrili ağılların kurulması ilgimi çekmişti. Gecenin bir köründe gittiğimden mahalleli ile karşılaşmazdım ama ürtütücü Dikmen ayazında, küçük ve fakir evlerinde soba başında oturanları hep yağız, erkekleri bıyıklı, okumaya meraklı, politik insanlar olarak hayal etmiştim. Sürekli dinleyip durduklarından çok farklı olduğum için ben çıktığımda radyoyu kapatacaklarını düşünmüştüm aslında, yanılmışım.
Sürekli gece yolculuk yaptığımdan bu mahalleye, daha çok köpeklerle karşılaşırdım. Her ne kadar 100.yıl sitesindeki sürülere alışık da olsam, radyoya giden yoldaki dar geçitte karşıma biri çıksa ve alevden yanan gözleri ve sivri dişleri ile üzerime yürüse ne yapardım tam bilemiyorum. Adrenalin dolu bu yürüyüşten sonra ulaştığım binanın üst katında soba yanardı, alt kat ise yayın odasıydı. Odanın duvarları kasetlerle kaplı raflarla örülmüştü. Sabahları adı Menderes olan bir abimiz gazeteleri okur, solcu yorumlar yapardı. Sabahları şarkı, türkü, Yorum falan çalardı ama haftada bir gece kabuğundan çıkan doktorunuz Jackall Hyde damardan Afghan Whigs ile girerdi olaya. Ne zamanki benden önce caz programı yapan Atacan abinin yöntemi ile biraları açamadık – Çakmak ile bira açmayı öğrenemedim, öğrenmeyeceğim. O günden sonra cebimde açacak taşımaya başladım – Waltari çalıp “it’s time for techno” diye anons yaptık, o zaman anladık gündüzleri Menderes’ i dinleyip sakalını sıvazlayan, Samsun 216’ nın birini söndürüp diğerini yakan, “Metris’ in önünde durdum” diye başlayan türküyü ezbere bilen kitlenin saat 3 de olsa uyumadığını ve azimle programın bitip Leonard Cohen albümünün sabaha kadar çalmasını beklediğini, “Suzanne” ya da “I’m Your Man” çalmadan uyku saatinin geldiğini idrak edemediği bilemezdim doğal olarak.
Afghan Whigs ile hiç tanışmamış olmayı hayal edemiyorum nedense. Doksanlı yılların müzik atmosferini benim için öylesine kapladılar ki birisi onları kazıyıp atsa hayatımdan simsiyah bir isle kaplı kalırım. Evet onların müziği karanlıktı ve evet sözler çok fazlasıyla erkek bakış açısını yansıtıyordu ama onlar olmadıkları bişeyi anlatmıyorlardı. Şimdi size Dulli’ nin erkesi bakış açısıyla aktardığı ilişkileri veya saplantıları anlatmak istemiyorum doğrusu. Ağlarmış gibi yırtınan vokaller ve içinde akıp giden parlak mı parlak slide gitarlara öylesine kaptırmıştık ki kendimizi, “Be Sweet” ya da “My Curse “ ü çok sonraları anlayabildik. Nefis albümler vardı ama bu kadar iyi bir ses yapımı yoktu o dönemde, tek bir notanın bile karekterini kaybetmediğini söyleyebiliriz. Durum böyle olunca radyo programının da cıngılı “Gentlemen” oldu. İnsanlar geceleri kulaklıkları takıp “Debonair” ile zıpladılar, “Night by Candlelight” ile triplere girip imkasız şeyleri hayal etmeye başladılar.
Elbette doksanların iflah olmaz indie severi için Congregation ya da Gentlemen albümlerini dinlemiş olmak ölmeden önce yapılacaklar arasında Morrissey ile tanışmak ya da Suede konserine gitmek kadar önemlidir. Bunları bir kenara koyarsak bir de Up in it vardır ki, Sub Pop etiketiyle ilk kez Seattle dışından bir grubun album yayınlama deneyimidir. Dönemdaşım müzikseverlerinin diğer bir favorisi de The Tea Party’ dir. Müziklerinde İsrail mi Hint etkisi mi daha fazladır diye tartışıladursun, onlar dipten ve derinden gitmiş, “Benimle on mil yürür müsün?” çağrısında bulunmuş, “Sister Awake” ile hafızalara kazınmışlar, bahsettiğim radyo programında fazlaca yer bulmuşlardır.
Gecenin bir köründe yalnız başıma Tea Party dinlediğimde karanlık gecekondu mahallesinde yalnızlığımı paylaşacak kimsenin olmadığı yüzüme çarpılmış gibi olur, oracıkta dumanlı triplere girerdim. Ardından gelen Adorable, Echobelly ve New Order ile geleceğe dair ümitlerimi artırmaya çalışır, P.J. Harvey’ in ilk albümünden çiğ gitarlarla güç kazanma eğilimine girer, Primus ve Sonic Youth’ dan uçuk kaçık parçaları çalıp onları takdir edebildiğim için kendimi özel hisseder, sabah erkenden başlayacağı türkü istek programı için radyoda nöbetçi kalan kızın üst katta sevgilisiyle işi pişirip pişirmediğini merak ederdim. Sinir bozucu bir merağın içini kapladığına kanaat getirdiğiniz, geceleri çok sevenler hariç herkesin çoktan uyuduğu o geç saatte Ankara’ nın en fakir ve en kötü vericiye sahip radyosunda evden getirdiği kasetleri çalan, mühendislik okuyan ve hep kötü giyinip bakımsız olmayı alışkanlık edinmiş, kötü bir kıza aşık olma eğilimindeki bir genç adam bu durumda ne yapar sizce? Tabii ki hayal kırıklığını körükleyecek duygulu pop şarkıları çalar. Örneğin Terry Hall’ un hakettiği değeri görmeyen “Forever J” inin son kısmındaki “ve dedi ki öp beni...” kısmını tekrar edip durur. Duygulara hitap eden naif müzik işe yaramadığında ise Dulli onun için “Be Sweet” i hazır etmiştir. Psikopat bir seri katilin ruh halini anlatan bir filmin etkileyici sahnelerinden çıkmış gibidir sanki. Terkedilmişlik, dışlanmışlık, takdir edilme özlemi üst üste yığılmıştır zaten. Depresyon evresinin sonundaki canavarı harekete geçirecek bir tetiktir “Be Sweet”, talaşların üzerine çakılmış bir çakmaktır. Neyse ki programın sonunda her zamanki gibi reddedilmeyi kadermişcesine kabul eden bir The Smiths şarkısı çalınır. Bazıları kulaklıklarını çıkararak beş hemcinsiyle paylaştığı yurt odasındaki sıcak yatağına iyice gömülürken ben, sabaha kadar çalacak albümü yayına verir, gecekondunun üst katındaki odaya doğru kimseyi basmamayı umarak trabzanları olmayan, iyi aydınlatılmamış merdivenlerden çıkar, ortasında kurulu sönmüş sobanın ısıtamadığı odada üşüyerek, sabah çalacak telefonların beni rahatsız etmeyeceğini umarak ve ertesi günkü psikoloji sınıfında aşık olmakta olduğum kızı unutturacak yeni biriyle tanışacağımı hayal ederek uyumaya çalışırdım.
Bugün artık çok uzaklarda kalmış gibi gelse de, o radyoda program yaptığım için mutluyum. İlk programımda çaldığım çoğu grubu hala çok seviyorum ilginç bir şekilde. Bir çoğu bana etiket gibi yapıştı; öyle ki beni o dönemden beri tanıyanların çoğu Smiths, Auteurs ya da Afghan Whigs’ i benimle birlikte anıyorlarmış. Doksanların başından beri birlikte yaşıyoruz bir bakıma. Nereye gitsem yanımdalar: Dikmen’ in yokuşunun titreten ayazından Alsancak’ taki çatı katında tatlı tatlı esen melteme, Tunalı pasajındaki tozlu plakçılardan Hollanda’ nın bedava festivallerine, yazlıkçıların istila ettiği Gümüldür’den uçsuz bucaksız yalnız Patara sahiline, Eskişehir’in Porsuk kenarındaki bir öğrenci kafesinden rusların bile sadece haftasonları hatırladığı uzak bir rus kentine kadar hep onlarla birlikteyim. İyi ki varsınız, sizin eşliğinizde herşey olduğundan daha güzel ve anlamlı. Çok teşekkürler, bunca zaman eşlik ettiniz; sizi bana bulaştıran dostlarımı ve o aziz radyocuları mahcup etmediniz.
The Afghan Whigs
1996 yılında gecenin bir yarısında Ankara’ da radyonuzu açmışsanız ve frenkansıda doğru yere ayarlamışsanız yedide bir ihtimal Afghan Whigs ile açılan bir program duyardınız. Son derece amatör ruhla hafta boyunca çalınacak müzikleri planlar, şarkıları ve akış düzenini belirler, küçük kağıtlara kurşun kalemlerle yazar, tekrar tekrar dinlerdim. Yola çıkmadan önce kasetleri tam yerlerine sarar hazır erderdim, hepsini sırayla kurşuni yeşil renkteki tek omzuma asacağım paspal çantama doldurmadan önce. Sonrasında ise Kızılay’ dan aktarma ile İlker mahallesindeki gecekonduya olan yolculuğum başlardı. Kurban bayramına yakın bir dönemde brandayla çevrili ağılların kurulması ilgimi çekmişti. Gecenin bir köründe gittiğimden mahalleli ile karşılaşmazdım ama ürtütücü Dikmen ayazında, küçük ve fakir evlerinde soba başında oturanları hep yağız, erkekleri bıyıklı, okumaya meraklı, politik insanlar olarak hayal etmiştim. Sürekli dinleyip durduklarından çok farklı olduğum için ben çıktığımda radyoyu kapatacaklarını düşünmüştüm aslında, yanılmışım.
Sürekli gece yolculuk yaptığımdan bu mahalleye, daha çok köpeklerle karşılaşırdım. Her ne kadar 100.yıl sitesindeki sürülere alışık da olsam, radyoya giden yoldaki dar geçitte karşıma biri çıksa ve alevden yanan gözleri ve sivri dişleri ile üzerime yürüse ne yapardım tam bilemiyorum. Adrenalin dolu bu yürüyüşten sonra ulaştığım binanın üst katında soba yanardı, alt kat ise yayın odasıydı. Odanın duvarları kasetlerle kaplı raflarla örülmüştü. Sabahları adı Menderes olan bir abimiz gazeteleri okur, solcu yorumlar yapardı. Sabahları şarkı, türkü, Yorum falan çalardı ama haftada bir gece kabuğundan çıkan doktorunuz Jackall Hyde damardan Afghan Whigs ile girerdi olaya. Ne zamanki benden önce caz programı yapan Atacan abinin yöntemi ile biraları açamadık – Çakmak ile bira açmayı öğrenemedim, öğrenmeyeceğim. O günden sonra cebimde açacak taşımaya başladım – Waltari çalıp “it’s time for techno” diye anons yaptık, o zaman anladık gündüzleri Menderes’ i dinleyip sakalını sıvazlayan, Samsun 216’ nın birini söndürüp diğerini yakan, “Metris’ in önünde durdum” diye başlayan türküyü ezbere bilen kitlenin saat 3 de olsa uyumadığını ve azimle programın bitip Leonard Cohen albümünün sabaha kadar çalmasını beklediğini, “Suzanne” ya da “I’m Your Man” çalmadan uyku saatinin geldiğini idrak edemediği bilemezdim doğal olarak.
Afghan Whigs ile hiç tanışmamış olmayı hayal edemiyorum nedense. Doksanlı yılların müzik atmosferini benim için öylesine kapladılar ki birisi onları kazıyıp atsa hayatımdan simsiyah bir isle kaplı kalırım. Evet onların müziği karanlıktı ve evet sözler çok fazlasıyla erkek bakış açısını yansıtıyordu ama onlar olmadıkları bişeyi anlatmıyorlardı. Şimdi size Dulli’ nin erkesi bakış açısıyla aktardığı ilişkileri veya saplantıları anlatmak istemiyorum doğrusu. Ağlarmış gibi yırtınan vokaller ve içinde akıp giden parlak mı parlak slide gitarlara öylesine kaptırmıştık ki kendimizi, “Be Sweet” ya da “My Curse “ ü çok sonraları anlayabildik. Nefis albümler vardı ama bu kadar iyi bir ses yapımı yoktu o dönemde, tek bir notanın bile karekterini kaybetmediğini söyleyebiliriz. Durum böyle olunca radyo programının da cıngılı “Gentlemen” oldu. İnsanlar geceleri kulaklıkları takıp “Debonair” ile zıpladılar, “Night by Candlelight” ile triplere girip imkasız şeyleri hayal etmeye başladılar.
Elbette doksanların iflah olmaz indie severi için Congregation ya da Gentlemen albümlerini dinlemiş olmak ölmeden önce yapılacaklar arasında Morrissey ile tanışmak ya da Suede konserine gitmek kadar önemlidir. Bunları bir kenara koyarsak bir de Up in it vardır ki, Sub Pop etiketiyle ilk kez Seattle dışından bir grubun album yayınlama deneyimidir. Dönemdaşım müzikseverlerinin diğer bir favorisi de The Tea Party’ dir. Müziklerinde İsrail mi Hint etkisi mi daha fazladır diye tartışıladursun, onlar dipten ve derinden gitmiş, “Benimle on mil yürür müsün?” çağrısında bulunmuş, “Sister Awake” ile hafızalara kazınmışlar, bahsettiğim radyo programında fazlaca yer bulmuşlardır.
Gecenin bir köründe yalnız başıma Tea Party dinlediğimde karanlık gecekondu mahallesinde yalnızlığımı paylaşacak kimsenin olmadığı yüzüme çarpılmış gibi olur, oracıkta dumanlı triplere girerdim. Ardından gelen Adorable, Echobelly ve New Order ile geleceğe dair ümitlerimi artırmaya çalışır, P.J. Harvey’ in ilk albümünden çiğ gitarlarla güç kazanma eğilimine girer, Primus ve Sonic Youth’ dan uçuk kaçık parçaları çalıp onları takdir edebildiğim için kendimi özel hisseder, sabah erkenden başlayacağı türkü istek programı için radyoda nöbetçi kalan kızın üst katta sevgilisiyle işi pişirip pişirmediğini merak ederdim. Sinir bozucu bir merağın içini kapladığına kanaat getirdiğiniz, geceleri çok sevenler hariç herkesin çoktan uyuduğu o geç saatte Ankara’ nın en fakir ve en kötü vericiye sahip radyosunda evden getirdiği kasetleri çalan, mühendislik okuyan ve hep kötü giyinip bakımsız olmayı alışkanlık edinmiş, kötü bir kıza aşık olma eğilimindeki bir genç adam bu durumda ne yapar sizce? Tabii ki hayal kırıklığını körükleyecek duygulu pop şarkıları çalar. Örneğin Terry Hall’ un hakettiği değeri görmeyen “Forever J” inin son kısmındaki “ve dedi ki öp beni...” kısmını tekrar edip durur. Duygulara hitap eden naif müzik işe yaramadığında ise Dulli onun için “Be Sweet” i hazır etmiştir. Psikopat bir seri katilin ruh halini anlatan bir filmin etkileyici sahnelerinden çıkmış gibidir sanki. Terkedilmişlik, dışlanmışlık, takdir edilme özlemi üst üste yığılmıştır zaten. Depresyon evresinin sonundaki canavarı harekete geçirecek bir tetiktir “Be Sweet”, talaşların üzerine çakılmış bir çakmaktır. Neyse ki programın sonunda her zamanki gibi reddedilmeyi kadermişcesine kabul eden bir The Smiths şarkısı çalınır. Bazıları kulaklıklarını çıkararak beş hemcinsiyle paylaştığı yurt odasındaki sıcak yatağına iyice gömülürken ben, sabaha kadar çalacak albümü yayına verir, gecekondunun üst katındaki odaya doğru kimseyi basmamayı umarak trabzanları olmayan, iyi aydınlatılmamış merdivenlerden çıkar, ortasında kurulu sönmüş sobanın ısıtamadığı odada üşüyerek, sabah çalacak telefonların beni rahatsız etmeyeceğini umarak ve ertesi günkü psikoloji sınıfında aşık olmakta olduğum kızı unutturacak yeni biriyle tanışacağımı hayal ederek uyumaya çalışırdım.
Bugün artık çok uzaklarda kalmış gibi gelse de, o radyoda program yaptığım için mutluyum. İlk programımda çaldığım çoğu grubu hala çok seviyorum ilginç bir şekilde. Bir çoğu bana etiket gibi yapıştı; öyle ki beni o dönemden beri tanıyanların çoğu Smiths, Auteurs ya da Afghan Whigs’ i benimle birlikte anıyorlarmış. Doksanların başından beri birlikte yaşıyoruz bir bakıma. Nereye gitsem yanımdalar: Dikmen’ in yokuşunun titreten ayazından Alsancak’ taki çatı katında tatlı tatlı esen melteme, Tunalı pasajındaki tozlu plakçılardan Hollanda’ nın bedava festivallerine, yazlıkçıların istila ettiği Gümüldür’den uçsuz bucaksız yalnız Patara sahiline, Eskişehir’in Porsuk kenarındaki bir öğrenci kafesinden rusların bile sadece haftasonları hatırladığı uzak bir rus kentine kadar hep onlarla birlikteyim. İyi ki varsınız, sizin eşliğinizde herşey olduğundan daha güzel ve anlamlı. Çok teşekkürler, bunca zaman eşlik ettiniz; sizi bana bulaştıran dostlarımı ve o aziz radyocuları mahcup etmediniz.
6 Ağustos 2008 Çarşamba
The Beast Inside - Inspiral Carpets
The Beast Inside
Inspiral Carpets
Ah şu “wah-wah” gitarlar yok mudur, ki üstüne kuvvetli bas gitarlarla “hadi hep beraber göbek atalım” ritimleri döşenmiştir? Gençler ve ortamlardan bir türlü kopamayan sürüngenler hoplayıp zıplayarak ritimlere eşlik ederken, çaktırmadan ve yavaşça gücünü arttırarak, cila niyetine, kesik kesik klavye melodileri ve yayarak söylenen vokallerle tamamlanınca müzik, ortaya tadından yenmez Madchester akımı çıkar. 80’ lerin sonu, 90’ ların başında “Hayatımız hoppidi” tarzı gruplar çıkıp milleti kıvırttı. O dönemde ne kadar ilgili de olsanız globalleşmenin henüz dışında olduğunuzdan güncel olabilmeniz bir hayli zordu. Bir de Amerikanın pompaladığı müziklerin dışındaysa ilgi alanınız, onları duymuş ve dinlemiş olma ihtimalinizi bile severdiniz, hele ki kilometrelerce uzaktaysanız.
Oysa onlar Oasis’ den çok daha önce çıkmışlardı. O kadar kafa da ütülemediler hiçbir zaman. Havaya girmediler ama, her zaman aynı sağlam duruşlarını sergilediler onca zaman boyunca. Benim için başlangıç The Charlatans ile oldu. İlk kez 1994 yılında tanışmıştım. O sıralar Shakespear’s Sister çok popülerdi ve uçuk, post-punk dan da öte klibiyle dikkat çeken “Stay” adlı şarkıları dinleyende bağımlılık yapıyordu. – Benzer ambianslı klipler “Losing My Religion”, “Sleeping Satellite” ya da “Tainted Love” adlı hit şarkılar için de yapılmıştır ama, aynı etkiyi yaratmaktan çok uzaktır.- Ben de “Stay” in de içinde olduğu karışık bir kaset satın almıştım -hala dinlerim öyle ki kasetlerin dayanıksız olduğu tezini çoktan çürütmüştür, kaç kasetçalar eskitti bilemiyorum- James ve Nick Cave gibilerin yanında, ne mutludur ki “Weirdo” adlı fan fini fin fon, göbek havası Charlatans klasiğini de barındırıyordu.
Bir insanın en iyi eğlencesi evine davet ettiği arkadaşlarına yeni keşfettiği müzikleri dinletmek olabilir mi? Eğer hep takıldığı mekanlarda paso Accept gibi tekdüze ve basmakalıp, sinir bozucu müzikler çalıyorsa, eğer kendisi müzik yapamayacak kadar tembelse ya da araştırıcı veya değerlendirici olmayı yeğlemişse, pislik dolu küçük mekanlarda “indie gecesi” yapma fikrini destekleyecek dostları yoksa olur. Hem de bal gibi olur. Birkaç şişe acıbadem likörü alınır, bir odaya kapanılır, “bak bunu yeni buldum” ya da “bak bunu da seveceksin” diyerek zorla Thousand Yard Stare, Stone Roses veya Curve dinletilir. İlerleyen saatlerde duman çıksın diye balkon kapısı aralanır, tekel iyice güzel etkisini belli edince Rage veya Therapy? ile muhabbet koyulaşır, kafaların bir milyon olmasını müteakiben olur olmadık maceraların anlatıldığı özel bölüme geçilirdi. Çift kasetli teyplerde bir yandan son çıkan Sonic Youth albümü dinlenirken bir yandan da kaydedilir, ödünç aldıkları kasetlerde sevdikleri şarkıları işaretleyen kızların muhabbetleri yapılırdı. Bu gizemli sütün gizemi de nerden geliyor diye boşuna kafa yorulmaya başladığında, anlaşılırdı ki iyi geceler demenin zamanı çoktan gelmiştir.
“Weirdo” nun yarattığı merakımı kurcalarken, Madchester akımının yarattığı sansasyonun etkisini yitirdiğini gördüm. Stone Roses’ un klasikleşeceği belliydi, Happy Mondays ise yeraltı dans müziğine göz kırpmaktaydı. Hala aynı tarzı sürdürenler birer ucube miydi? Evet, hafif endüstriyel, gürültülü pop müziği o dönemde çok çekiciydi ama Primal Scream ve Kula Shaker gibilerine itinayla mesafeli kalarak yaptığım arayışları, ne mutlu ki Inspiral Carpets ile nihayete erdirdim. Life albümünü döndürmeye başlamıştım; uzayıp giden bir klavyeler silsilesi, hayal kırıklığı ve umut arasında gidip gelen şarkı sözleri ile Madchester’ ın biraz dışında bir romantik pop ile müşerref olmuştum. Life’ da işaretleri verilen hüzünlü huzursuzluk ise The Beast Inside ile zirve yapmaktaydı. Önce “Born Yesterday” kucakladı beni, kendi içinde birkaç kez başlayıp biten bir parçaydı, “Biliyorum acı verici ama, bir gün sen de anlayacaksın” diyordu. Sonra Mermaid ve The Beast Inside ile albüm bende saplantı haline dönüşmüş oldu, son 15 yılı değerlendirdiğimde açık ara en çok onu dinlemişim. Çarpıcı ve bir girdapçasına insanı çeken klavye melodileri, hızlanıp yavaşlayan bir ritim, tam bitti derken bas sololarıyla hareketlenen sürprizli şarkılar aklıma geliyor, bütün bu dinletilerin sebeplerini sorguladığımda.
Bir kez daha “High Fidelity” filmini izledikten sonra en sevdiğim albümlerin ilk beş listesini yapmak aklıma geldi. Filmdeki başrol oyuncusu her olayla ilgili bir ilk beş listesi yaparak kendini anlatıyordu. En sevdiği tüm zamanları ilk beş şarkı listesi sorulduğunda ise bir hayli zorlanmıştı. Hangi albümü ya da şarkıyı daha çok sevdiğimi kestirmek oldukça zor diye düşündüm ve şimdiye kadar hangilerimi en çok dinlediğimi hesap etmeye çalışarak listemi oluşturdum. Tabii ki liste başı The Beast Inside olmuştu:
The Beast Inside - Inspiral Carpets
New Wave - The Auteurs
Parklife – Blur
Suede – Suede
Songs of Faith and Devotion - Depeche Mode
Müzik hakkında düşündüğümde, ilk beşimde neden bir Stones olmadığını, ya da neden Blonde on Blonde hakkında genelden farklı görüşlerim olduğunu, ya da neden Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band’ i dinlemek için herhangi bir istek duymadığımı sorguladım. Aslında müzikten anlamıyor muyum? Neden klasik pop-rock grupları söz konusu olduğunda kimseyi Pretenders’ ın ya da Neil Young’ ın üstünde göremiyorum? Neden doksanların indie, alternatif müziğine takılmış gidiyorum? Bir on yıl sonra standart diye nitelendirilebilecek müzikle daha da ilgili olacak mıyım? Norah Jones yanımdan geçse tanımam, hiçbir şarkısının adını bilmiyorum, tek haberim olan bazı kızların bu tarz müziği takdir ediyor olduğu, o kadar. Bu anormallik mi? Sanırım değil. Müzik dünyası geçmişiyle ve yeraltında kalmış güzellikleriyle o kadar büyük ki tümünü birden takdir edebilmek mümkün değil. Belki de kendi ilgi alanıma daha iyi kanalize olabilmek için Norah ablaya kulağımı tıkadım. Bu konuda yalnız olmadığıma inanıyorum. Zaman zaman benimle benzer zevklere sahip kişilerin hiç de az sayıda olmadığını fark ediyor olmam - İstanbul’ da James konseri düzenlenmesi, Radyo Eksen gibi bir radyonun varlığı, internet üzerinden Levellers albümlerini paylaşan insanlar olabilmesi gibi - yalnız olmadığımı gösteriyor herhalde. Birleşip bir araya gelsek çok daha mutlu olacağız. Ey dünyanın indie severleri, birleşin ve yönetimi ele alın!
İlk beşimde çok sevdiğim ve dilimden düşürmediğim bazı grupların olmaması da ilginç tabii. Belki de en sevdiklerimle en çok dinlediklerim farklı olabilir diye düşünerek ikinci bir liste yapmaya karar verdim. Bu çok daha zorlayıcı bir süreç oldu çünkü hangi plağı daha çok sevdiğimi anlayabilmek için ruhumun ve bilinç altımın bazı gizli noktalarını fark etmem, bazı sıra dışı olayları hatırlamam gerekti. Ada Müzik dükkanında öylece bakınırken Afghan Whigs’ in çok az bilinen Up In It albümünü bulduğumda yaşadığım sevinç, Pavement’ ın tüm albümlerini kopyalayıp benim evimde unutan arkadaşımın bende telefonunun olmayışı, postayla Norveç’ ten birinin bana hediye olarak üç The Smiths albümü göndermiş olması gibi garip olaylar. Yine de hiçbir garip anıyla bağı olmamasına rağmen Inspiral Carpets’ den vazgeçemiyorum:
Suede – Suede
The Beast Inside - Inspiral Carpets
Louder than Bombs – The Smiths
New Wave - The Auteurs
Sci-fi Lullabies - Suede
Liste dışı kalanlar sanki bana sitem edecekmiş gibi garip bir hisse kapılsam da aşağı yukarı böyle bir şey çıkıyor. Koskoca müzik alemindeki, benim on sekiz yıllık ortalama zevkimden böyle garip listeler çıkacak tabii, içinde Bob Dylan ya da Van Morrison yok henüz. Çünkü bu listede müzikten çok hayal kırıklığı, terkedilmişlik, dışlanmış hissi, şehirlerin yalnızlığı, yaşananlara anlam verme özlemi var. Bunlarda müzikten çok hüzün var, içten gelen haykırışlar, başkaldırışlar var. İşte bizim neslimizin özeti bu müziklerde, zamandan bağımsız bu liste hep yaşayacak, bahsettiğim duygular içlerimizde varoldukça bizler için pek ümit yok.
Inspiral Carpets
Ah şu “wah-wah” gitarlar yok mudur, ki üstüne kuvvetli bas gitarlarla “hadi hep beraber göbek atalım” ritimleri döşenmiştir? Gençler ve ortamlardan bir türlü kopamayan sürüngenler hoplayıp zıplayarak ritimlere eşlik ederken, çaktırmadan ve yavaşça gücünü arttırarak, cila niyetine, kesik kesik klavye melodileri ve yayarak söylenen vokallerle tamamlanınca müzik, ortaya tadından yenmez Madchester akımı çıkar. 80’ lerin sonu, 90’ ların başında “Hayatımız hoppidi” tarzı gruplar çıkıp milleti kıvırttı. O dönemde ne kadar ilgili de olsanız globalleşmenin henüz dışında olduğunuzdan güncel olabilmeniz bir hayli zordu. Bir de Amerikanın pompaladığı müziklerin dışındaysa ilgi alanınız, onları duymuş ve dinlemiş olma ihtimalinizi bile severdiniz, hele ki kilometrelerce uzaktaysanız.
Oysa onlar Oasis’ den çok daha önce çıkmışlardı. O kadar kafa da ütülemediler hiçbir zaman. Havaya girmediler ama, her zaman aynı sağlam duruşlarını sergilediler onca zaman boyunca. Benim için başlangıç The Charlatans ile oldu. İlk kez 1994 yılında tanışmıştım. O sıralar Shakespear’s Sister çok popülerdi ve uçuk, post-punk dan da öte klibiyle dikkat çeken “Stay” adlı şarkıları dinleyende bağımlılık yapıyordu. – Benzer ambianslı klipler “Losing My Religion”, “Sleeping Satellite” ya da “Tainted Love” adlı hit şarkılar için de yapılmıştır ama, aynı etkiyi yaratmaktan çok uzaktır.- Ben de “Stay” in de içinde olduğu karışık bir kaset satın almıştım -hala dinlerim öyle ki kasetlerin dayanıksız olduğu tezini çoktan çürütmüştür, kaç kasetçalar eskitti bilemiyorum- James ve Nick Cave gibilerin yanında, ne mutludur ki “Weirdo” adlı fan fini fin fon, göbek havası Charlatans klasiğini de barındırıyordu.
Bir insanın en iyi eğlencesi evine davet ettiği arkadaşlarına yeni keşfettiği müzikleri dinletmek olabilir mi? Eğer hep takıldığı mekanlarda paso Accept gibi tekdüze ve basmakalıp, sinir bozucu müzikler çalıyorsa, eğer kendisi müzik yapamayacak kadar tembelse ya da araştırıcı veya değerlendirici olmayı yeğlemişse, pislik dolu küçük mekanlarda “indie gecesi” yapma fikrini destekleyecek dostları yoksa olur. Hem de bal gibi olur. Birkaç şişe acıbadem likörü alınır, bir odaya kapanılır, “bak bunu yeni buldum” ya da “bak bunu da seveceksin” diyerek zorla Thousand Yard Stare, Stone Roses veya Curve dinletilir. İlerleyen saatlerde duman çıksın diye balkon kapısı aralanır, tekel iyice güzel etkisini belli edince Rage veya Therapy? ile muhabbet koyulaşır, kafaların bir milyon olmasını müteakiben olur olmadık maceraların anlatıldığı özel bölüme geçilirdi. Çift kasetli teyplerde bir yandan son çıkan Sonic Youth albümü dinlenirken bir yandan da kaydedilir, ödünç aldıkları kasetlerde sevdikleri şarkıları işaretleyen kızların muhabbetleri yapılırdı. Bu gizemli sütün gizemi de nerden geliyor diye boşuna kafa yorulmaya başladığında, anlaşılırdı ki iyi geceler demenin zamanı çoktan gelmiştir.
“Weirdo” nun yarattığı merakımı kurcalarken, Madchester akımının yarattığı sansasyonun etkisini yitirdiğini gördüm. Stone Roses’ un klasikleşeceği belliydi, Happy Mondays ise yeraltı dans müziğine göz kırpmaktaydı. Hala aynı tarzı sürdürenler birer ucube miydi? Evet, hafif endüstriyel, gürültülü pop müziği o dönemde çok çekiciydi ama Primal Scream ve Kula Shaker gibilerine itinayla mesafeli kalarak yaptığım arayışları, ne mutlu ki Inspiral Carpets ile nihayete erdirdim. Life albümünü döndürmeye başlamıştım; uzayıp giden bir klavyeler silsilesi, hayal kırıklığı ve umut arasında gidip gelen şarkı sözleri ile Madchester’ ın biraz dışında bir romantik pop ile müşerref olmuştum. Life’ da işaretleri verilen hüzünlü huzursuzluk ise The Beast Inside ile zirve yapmaktaydı. Önce “Born Yesterday” kucakladı beni, kendi içinde birkaç kez başlayıp biten bir parçaydı, “Biliyorum acı verici ama, bir gün sen de anlayacaksın” diyordu. Sonra Mermaid ve The Beast Inside ile albüm bende saplantı haline dönüşmüş oldu, son 15 yılı değerlendirdiğimde açık ara en çok onu dinlemişim. Çarpıcı ve bir girdapçasına insanı çeken klavye melodileri, hızlanıp yavaşlayan bir ritim, tam bitti derken bas sololarıyla hareketlenen sürprizli şarkılar aklıma geliyor, bütün bu dinletilerin sebeplerini sorguladığımda.
Bir kez daha “High Fidelity” filmini izledikten sonra en sevdiğim albümlerin ilk beş listesini yapmak aklıma geldi. Filmdeki başrol oyuncusu her olayla ilgili bir ilk beş listesi yaparak kendini anlatıyordu. En sevdiği tüm zamanları ilk beş şarkı listesi sorulduğunda ise bir hayli zorlanmıştı. Hangi albümü ya da şarkıyı daha çok sevdiğimi kestirmek oldukça zor diye düşündüm ve şimdiye kadar hangilerimi en çok dinlediğimi hesap etmeye çalışarak listemi oluşturdum. Tabii ki liste başı The Beast Inside olmuştu:
The Beast Inside - Inspiral Carpets
New Wave - The Auteurs
Parklife – Blur
Suede – Suede
Songs of Faith and Devotion - Depeche Mode
Müzik hakkında düşündüğümde, ilk beşimde neden bir Stones olmadığını, ya da neden Blonde on Blonde hakkında genelden farklı görüşlerim olduğunu, ya da neden Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band’ i dinlemek için herhangi bir istek duymadığımı sorguladım. Aslında müzikten anlamıyor muyum? Neden klasik pop-rock grupları söz konusu olduğunda kimseyi Pretenders’ ın ya da Neil Young’ ın üstünde göremiyorum? Neden doksanların indie, alternatif müziğine takılmış gidiyorum? Bir on yıl sonra standart diye nitelendirilebilecek müzikle daha da ilgili olacak mıyım? Norah Jones yanımdan geçse tanımam, hiçbir şarkısının adını bilmiyorum, tek haberim olan bazı kızların bu tarz müziği takdir ediyor olduğu, o kadar. Bu anormallik mi? Sanırım değil. Müzik dünyası geçmişiyle ve yeraltında kalmış güzellikleriyle o kadar büyük ki tümünü birden takdir edebilmek mümkün değil. Belki de kendi ilgi alanıma daha iyi kanalize olabilmek için Norah ablaya kulağımı tıkadım. Bu konuda yalnız olmadığıma inanıyorum. Zaman zaman benimle benzer zevklere sahip kişilerin hiç de az sayıda olmadığını fark ediyor olmam - İstanbul’ da James konseri düzenlenmesi, Radyo Eksen gibi bir radyonun varlığı, internet üzerinden Levellers albümlerini paylaşan insanlar olabilmesi gibi - yalnız olmadığımı gösteriyor herhalde. Birleşip bir araya gelsek çok daha mutlu olacağız. Ey dünyanın indie severleri, birleşin ve yönetimi ele alın!
İlk beşimde çok sevdiğim ve dilimden düşürmediğim bazı grupların olmaması da ilginç tabii. Belki de en sevdiklerimle en çok dinlediklerim farklı olabilir diye düşünerek ikinci bir liste yapmaya karar verdim. Bu çok daha zorlayıcı bir süreç oldu çünkü hangi plağı daha çok sevdiğimi anlayabilmek için ruhumun ve bilinç altımın bazı gizli noktalarını fark etmem, bazı sıra dışı olayları hatırlamam gerekti. Ada Müzik dükkanında öylece bakınırken Afghan Whigs’ in çok az bilinen Up In It albümünü bulduğumda yaşadığım sevinç, Pavement’ ın tüm albümlerini kopyalayıp benim evimde unutan arkadaşımın bende telefonunun olmayışı, postayla Norveç’ ten birinin bana hediye olarak üç The Smiths albümü göndermiş olması gibi garip olaylar. Yine de hiçbir garip anıyla bağı olmamasına rağmen Inspiral Carpets’ den vazgeçemiyorum:
Suede – Suede
The Beast Inside - Inspiral Carpets
Louder than Bombs – The Smiths
New Wave - The Auteurs
Sci-fi Lullabies - Suede
Liste dışı kalanlar sanki bana sitem edecekmiş gibi garip bir hisse kapılsam da aşağı yukarı böyle bir şey çıkıyor. Koskoca müzik alemindeki, benim on sekiz yıllık ortalama zevkimden böyle garip listeler çıkacak tabii, içinde Bob Dylan ya da Van Morrison yok henüz. Çünkü bu listede müzikten çok hayal kırıklığı, terkedilmişlik, dışlanmış hissi, şehirlerin yalnızlığı, yaşananlara anlam verme özlemi var. Bunlarda müzikten çok hüzün var, içten gelen haykırışlar, başkaldırışlar var. İşte bizim neslimizin özeti bu müziklerde, zamandan bağımsız bu liste hep yaşayacak, bahsettiğim duygular içlerimizde varoldukça bizler için pek ümit yok.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)