6 Ağustos 2008 Çarşamba

The Beast Inside - Inspiral Carpets

The Beast Inside
Inspiral Carpets

Ah şu “wah-wah” gitarlar yok mudur, ki üstüne kuvvetli bas gitarlarla “hadi hep beraber göbek atalım” ritimleri döşenmiştir? Gençler ve ortamlardan bir türlü kopamayan sürüngenler hoplayıp zıplayarak ritimlere eşlik ederken, çaktırmadan ve yavaşça gücünü arttırarak, cila niyetine, kesik kesik klavye melodileri ve yayarak söylenen vokallerle tamamlanınca müzik, ortaya tadından yenmez Madchester akımı çıkar. 80’ lerin sonu, 90’ ların başında “Hayatımız hoppidi” tarzı gruplar çıkıp milleti kıvırttı. O dönemde ne kadar ilgili de olsanız globalleşmenin henüz dışında olduğunuzdan güncel olabilmeniz bir hayli zordu. Bir de Amerikanın pompaladığı müziklerin dışındaysa ilgi alanınız, onları duymuş ve dinlemiş olma ihtimalinizi bile severdiniz, hele ki kilometrelerce uzaktaysanız.

Oysa onlar Oasis’ den çok daha önce çıkmışlardı. O kadar kafa da ütülemediler hiçbir zaman. Havaya girmediler ama, her zaman aynı sağlam duruşlarını sergilediler onca zaman boyunca. Benim için başlangıç The Charlatans ile oldu. İlk kez 1994 yılında tanışmıştım. O sıralar Shakespear’s Sister çok popülerdi ve uçuk, post-punk dan da öte klibiyle dikkat çeken “Stay” adlı şarkıları dinleyende bağımlılık yapıyordu. – Benzer ambianslı klipler “Losing My Religion”, “Sleeping Satellite” ya da “Tainted Love” adlı hit şarkılar için de yapılmıştır ama, aynı etkiyi yaratmaktan çok uzaktır.- Ben de “Stay” in de içinde olduğu karışık bir kaset satın almıştım -hala dinlerim öyle ki kasetlerin dayanıksız olduğu tezini çoktan çürütmüştür, kaç kasetçalar eskitti bilemiyorum- James ve Nick Cave gibilerin yanında, ne mutludur ki “Weirdo” adlı fan fini fin fon, göbek havası Charlatans klasiğini de barındırıyordu.

Bir insanın en iyi eğlencesi evine davet ettiği arkadaşlarına yeni keşfettiği müzikleri dinletmek olabilir mi? Eğer hep takıldığı mekanlarda paso Accept gibi tekdüze ve basmakalıp, sinir bozucu müzikler çalıyorsa, eğer kendisi müzik yapamayacak kadar tembelse ya da araştırıcı veya değerlendirici olmayı yeğlemişse, pislik dolu küçük mekanlarda “indie gecesi” yapma fikrini destekleyecek dostları yoksa olur. Hem de bal gibi olur. Birkaç şişe acıbadem likörü alınır, bir odaya kapanılır, “bak bunu yeni buldum” ya da “bak bunu da seveceksin” diyerek zorla Thousand Yard Stare, Stone Roses veya Curve dinletilir. İlerleyen saatlerde duman çıksın diye balkon kapısı aralanır, tekel iyice güzel etkisini belli edince Rage veya Therapy? ile muhabbet koyulaşır, kafaların bir milyon olmasını müteakiben olur olmadık maceraların anlatıldığı özel bölüme geçilirdi. Çift kasetli teyplerde bir yandan son çıkan Sonic Youth albümü dinlenirken bir yandan da kaydedilir, ödünç aldıkları kasetlerde sevdikleri şarkıları işaretleyen kızların muhabbetleri yapılırdı. Bu gizemli sütün gizemi de nerden geliyor diye boşuna kafa yorulmaya başladığında, anlaşılırdı ki iyi geceler demenin zamanı çoktan gelmiştir.

“Weirdo” nun yarattığı merakımı kurcalarken, Madchester akımının yarattığı sansasyonun etkisini yitirdiğini gördüm. Stone Roses’ un klasikleşeceği belliydi, Happy Mondays ise yeraltı dans müziğine göz kırpmaktaydı. Hala aynı tarzı sürdürenler birer ucube miydi? Evet, hafif endüstriyel, gürültülü pop müziği o dönemde çok çekiciydi ama Primal Scream ve Kula Shaker gibilerine itinayla mesafeli kalarak yaptığım arayışları, ne mutlu ki Inspiral Carpets ile nihayete erdirdim. Life albümünü döndürmeye başlamıştım; uzayıp giden bir klavyeler silsilesi, hayal kırıklığı ve umut arasında gidip gelen şarkı sözleri ile Madchester’ ın biraz dışında bir romantik pop ile müşerref olmuştum. Life’ da işaretleri verilen hüzünlü huzursuzluk ise The Beast Inside ile zirve yapmaktaydı. Önce “Born Yesterday” kucakladı beni, kendi içinde birkaç kez başlayıp biten bir parçaydı, “Biliyorum acı verici ama, bir gün sen de anlayacaksın” diyordu. Sonra Mermaid ve The Beast Inside ile albüm bende saplantı haline dönüşmüş oldu, son 15 yılı değerlendirdiğimde açık ara en çok onu dinlemişim. Çarpıcı ve bir girdapçasına insanı çeken klavye melodileri, hızlanıp yavaşlayan bir ritim, tam bitti derken bas sololarıyla hareketlenen sürprizli şarkılar aklıma geliyor, bütün bu dinletilerin sebeplerini sorguladığımda.


Bir kez daha “High Fidelity” filmini izledikten sonra en sevdiğim albümlerin ilk beş listesini yapmak aklıma geldi. Filmdeki başrol oyuncusu her olayla ilgili bir ilk beş listesi yaparak kendini anlatıyordu. En sevdiği tüm zamanları ilk beş şarkı listesi sorulduğunda ise bir hayli zorlanmıştı. Hangi albümü ya da şarkıyı daha çok sevdiğimi kestirmek oldukça zor diye düşündüm ve şimdiye kadar hangilerimi en çok dinlediğimi hesap etmeye çalışarak listemi oluşturdum. Tabii ki liste başı The Beast Inside olmuştu:

The Beast Inside - Inspiral Carpets
New Wave - The Auteurs
Parklife – Blur
Suede – Suede
Songs of Faith and Devotion - Depeche Mode

Müzik hakkında düşündüğümde, ilk beşimde neden bir Stones olmadığını, ya da neden Blonde on Blonde hakkında genelden farklı görüşlerim olduğunu, ya da neden Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band’ i dinlemek için herhangi bir istek duymadığımı sorguladım. Aslında müzikten anlamıyor muyum? Neden klasik pop-rock grupları söz konusu olduğunda kimseyi Pretenders’ ın ya da Neil Young’ ın üstünde göremiyorum? Neden doksanların indie, alternatif müziğine takılmış gidiyorum? Bir on yıl sonra standart diye nitelendirilebilecek müzikle daha da ilgili olacak mıyım? Norah Jones yanımdan geçse tanımam, hiçbir şarkısının adını bilmiyorum, tek haberim olan bazı kızların bu tarz müziği takdir ediyor olduğu, o kadar. Bu anormallik mi? Sanırım değil. Müzik dünyası geçmişiyle ve yeraltında kalmış güzellikleriyle o kadar büyük ki tümünü birden takdir edebilmek mümkün değil. Belki de kendi ilgi alanıma daha iyi kanalize olabilmek için Norah ablaya kulağımı tıkadım. Bu konuda yalnız olmadığıma inanıyorum. Zaman zaman benimle benzer zevklere sahip kişilerin hiç de az sayıda olmadığını fark ediyor olmam - İstanbul’ da James konseri düzenlenmesi, Radyo Eksen gibi bir radyonun varlığı, internet üzerinden Levellers albümlerini paylaşan insanlar olabilmesi gibi - yalnız olmadığımı gösteriyor herhalde. Birleşip bir araya gelsek çok daha mutlu olacağız. Ey dünyanın indie severleri, birleşin ve yönetimi ele alın!

İlk beşimde çok sevdiğim ve dilimden düşürmediğim bazı grupların olmaması da ilginç tabii. Belki de en sevdiklerimle en çok dinlediklerim farklı olabilir diye düşünerek ikinci bir liste yapmaya karar verdim. Bu çok daha zorlayıcı bir süreç oldu çünkü hangi plağı daha çok sevdiğimi anlayabilmek için ruhumun ve bilinç altımın bazı gizli noktalarını fark etmem, bazı sıra dışı olayları hatırlamam gerekti. Ada Müzik dükkanında öylece bakınırken Afghan Whigs’ in çok az bilinen Up In It albümünü bulduğumda yaşadığım sevinç, Pavement’ ın tüm albümlerini kopyalayıp benim evimde unutan arkadaşımın bende telefonunun olmayışı, postayla Norveç’ ten birinin bana hediye olarak üç The Smiths albümü göndermiş olması gibi garip olaylar. Yine de hiçbir garip anıyla bağı olmamasına rağmen Inspiral Carpets’ den vazgeçemiyorum:

Suede – Suede
The Beast Inside - Inspiral Carpets
Louder than Bombs – The Smiths
New Wave - The Auteurs
Sci-fi Lullabies - Suede

Liste dışı kalanlar sanki bana sitem edecekmiş gibi garip bir hisse kapılsam da aşağı yukarı böyle bir şey çıkıyor. Koskoca müzik alemindeki, benim on sekiz yıllık ortalama zevkimden böyle garip listeler çıkacak tabii, içinde Bob Dylan ya da Van Morrison yok henüz. Çünkü bu listede müzikten çok hayal kırıklığı, terkedilmişlik, dışlanmış hissi, şehirlerin yalnızlığı, yaşananlara anlam verme özlemi var. Bunlarda müzikten çok hüzün var, içten gelen haykırışlar, başkaldırışlar var. İşte bizim neslimizin özeti bu müziklerde, zamandan bağımsız bu liste hep yaşayacak, bahsettiğim duygular içlerimizde varoldukça bizler için pek ümit yok.

Hiç yorum yok: