İlk işime başladığım 1999-2000 dönemi hayatımın en mutlu yıllarıydı. Daha o zaman farkındaydım, hayatımın en güzel geçirdiğimi biliyordum. Cuma günleri kalktığımda içimde bir heyecan olurdu. Akşam nasıl da eğleneceğimizi bilir, karşılaşacağım sürprizlere ve garip muhabbetlere bünyemi hazırlardım. Okuldan yeni mezun olmaya çalıştığımız dönemdi. Eşimle sadece çıkıyorduk. Hala gençtik ve sıkı eğleniyorduk o zaman. Okuyorduk, geziyorduk, sohbet ediyorduk, çimlere uzanıyorduk, her fırsatta canlı müzik dinliyorduk. Sevdiğim grupların resimleri strafor panoma iğnelenirdi o dönem. Şarkı sözlerini çevirir, defterlerimin arasına koyardım. Hollanda seyahatimden bar giriş biletimi bile atmamıştım. Eindhoven' deki Efenaar adlı klübe bir daha gidemem diye anısını saklamak istemiştim.
Çalışıyorduk da, ama o zamanki enerjimize söre basit bir işti benimkisi. Basit problemlerle uğraşıyormuşum gibi geliyor şimdi bakınca. Her gün yarım saat geç gelirdim işe geceleri 2-3 gibi yatmamın etkisiyle. Fazla mesai yapmama da pek gerek kalmazdı. İş yerim bir ofisti. Bir odada iki takım liderinin arasına yerleşmişti çalışanlar. Birinin adı dişi kurt anlamına geliyor, diğeri de tayfun yani fırtına. Artık manzarayı siz düşünün. Bunlar okuldan çok iyi arkadaştı. Asena' nın "Bir işimiz düzgün gitsin, ortada soyunacağım" sözünü kendisine sıkça hatırlatsam da sonuç alamadım. Düğününde masaya çıkıp oynamasını da hiç unutmam. Karşı köşede ses tonu ve fiziksel olarak İtilmiş ile Kakılmış' a benzettiğim Ümit-Aysel ikilisi otururdu. Ümit kendisine çok soru sormamdan olacak bana "Sütoğlan" derdi. -Hala diyor ya neyse. - Sadece çay almak için yerinden kalkardı. Zamanında belinden ameliyat olduğu için kilo almış ama o dönem neden eşofman altı ile işe geldiğini pek çözememiştim. Yağız Anadolu delikanlısı tarzında 2 arkadaşımız vardı, bunlar da kankaydı, Erkan ve Ferhat. Uzaktan uzağa birbirine seslenirlerdi. Bir de her problemi, her olayı doktor kocası ve oğluşu hakkında her detayı sürekli olarak anlatan, her iş için Asena' nın görüşünü soran, neredeyse hiç susmayan Ömür vardı. İki tane de sekreterimiz vardı. Selda tam karşımda otururdu, komik bir şey duyduğunda işveli bir şekilde gülerdi. Umarım şimdi evlenmiştir. O dönem henüz evlenmemiş olduğumdan, Selda' ya her sabah otobüste gördüğüm bir kıza nasıl tutulduğuma dair bir fantezi anlatmıştım. Hastasıyım onun, derdim. Her gün merakla o kızın o günkü giyimi ve makyajı hakkında güncel bilgileri sorardı. Velhasıl o kadar geyik muhabbeti, telefonun hiç durmayan zırıltısı, belden aşağı sohbetler, kızınca "Şimdi sevecem ha" diyen bir patron ve bu ilginç karakterlerin arasında bendeniz. Oradan nasıl düzgün iş çıkmıştır, hep şaşırmışımdır.
Bir akşam ofiste çalışırken Hollanda' dan bir paket aldım, kız arkadaşımın ablasından. Utrecht' te gittiği Suede konserinden bizim için ikimize de konser tişörtü almıştı. Doğrusu ikisini de ben giydim, milli formam oldu. Bugün o tişörtler eskidi, soldu, ama hala birini giyiyorum. 2002' de Suede dağılmadan önce, İstanbul' daki konsere aynı tişörtle gittim. Ama artık yeni bir işim vardı, ama yeni işe girdiğim için izin hakkım yoktu. Vurucu cümleyi söyleyince kim olsa izin verirdi: Suede konserine gitmeyeceksem çalışmanın ne anlamı var!
O zamandan beri ilk kez Suede bir albüm yayınlıyor. Doğrusu beklenti çok yüksek değildi. Brett Anderson oldukça demoralize solo albümler yapmıştı arada. İlk Suede gitaristi Bernard Butler ile The Tears projesini yapmıştı ama nedense devamı gelmemişti. İkinci kadronun toplanması gecikmiş olsa da sonuç bütün tasaları alıp götürdü. Coming Up havasında bir albüm olmuş Bloodsports. Özellikle "Snowblind" ve "Hit Me" tipik Suede hitlerinin yeni versiyonları gibi. "Sabotage" ve özellikle "For The Strangers" (Duyduğumdan beri 10 kez arka arkaya dinlediğimden 2013' ün en sevdiğim şarkısı oldu) özlediğimiz Suede tatlısına kavuşturdu bizi. Grup hiç bırakmamışcasına enerjik. Bunu tamamen günümüzün müzikal açlığına bağlıyorum. 2002' de bu bestelerin çıkacağı bir ortam yoktu. Müzikal ve kültürel bir çöküş dönemiydi, o dönemde çıkan gruplar genellikle kalıcı olamadılar zaten. Suede ise dondurucudan çıkarılmış gibi, 20 yıldır hiç değişmemiş.
Suede pek çok yönden kendine has bir grup. Kimden etkileniş olurlarsa olsunlar, müzikleri kendine özgü bir gitar tınısı, armonisi ve şarkı söyleme şekli barındırıyor. Şarkılarla yarattığı ambiansı da ben başka hiçbir grupta göremiyorum. Hele o baladlar. Uzayıp giden aaahh ve uuhh lar. Garip bir biçimde albümün ilk 6 şarkısı daha hızlı iken son 4 şarkısı ise ağır tempo. Hiçbir ritm enstrümanı kullanılmayan "What are you not telling me?" ile ilk dönem Suede b yüzlerini andıran, melankolik "Always" bu bölümün parlayan yıldızları.
Benim gibi hasta bir Suede hayranından daha farklı bir yorum duymayı beklemezdiniz herhalde. Onların müziğinin benim için anlamı ve değeri çok büyük. Ama benim gibi hastası olmasanız da, hatta onları hiç tanımıyorsanız da fark etmez, keşfetmek için uygun bir albüm Bloodsports. Kim bilir? Belki siz de aramıza katılırsınız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder